Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
      
Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
  • Küresel Güç Savaşları ve     Emperyalist Tehditler
  • Küreselleşme Girdabındaki     Milli Devlet ve Kültürler
  • AB Bağımlılığı ya da Radikal     Batılılaşma
  • Sevr ve Soykırım Tartışmaları     ve Tarihle Yüzleşme
  • Kronik Aydın ve Demokrasi     Sorunu
  •    20. Yüzyıl’dan 21.Yüzyıl’a Türkiye’de Düşünce Hayatı ve Milliyetçilik
    Giriş:MeseleninTakdimi

    Bu yazı, Türkiye`nin "aydın sorunu"na işaret etmek ve bu bağlamda "milliyetçi düşünce"nin konumuna ve geleceğine dair bir çerçeve belirlemek niyetiyle kaleme alınmış mütevazı bir denemedir. Esas amacı ise, böyle bir meseleye dikkat çekmek, verimli bir tartışma platformunun oluşumuna katkı sağlamaktır. Bu sebeple yazının başlığı, "Türk Entelektüelinin/ Gençliğinin yeni yüzyıldaki görev ve sorumluluğu" şeklinde de okunabilir. Diğer bir deyişle, okuyucu aşağıda, Türkiye`de bilim ve fikir hayatının genel özellikleriyle, milliyetçi düşünce`nin evrimi arasındaki ilişkinin dünü, bugünü ve yarını üzerine yapılmış genel bir değerlendirmeyi bulacaktır.

    Ülkemizde, sosyal bilimlerin, hem teorik hem de alan araştırmaları bakımından yeterince gelişmediği, daha çok çeviri eserlerden beslendiği bir gerçektir. Üniversiteler bünye içinde ve dışında sosyal bilimler alanına giren etkinlikler ve yayınlar, sadece nitelik değil, nicelik açısından da tatminkâr bir seviyede değildir.

    Bu süreçte, Türkiye`de düşünce hayatının felsefî arka planının zayıflığı, Cumhuriyetin ilk yıllarında hayata geçirilen bazı reformlarla sürekliliğin kesintiye uğraması ve bunun sonucunda birikimlerden istifade etmenin zorlaşması önemli bir paya sahiptir. Toplumsal ilgi ve desteğin yetersizliği ile akademik camiaya özgü kronik sorunlar da, bilim ve düşünce hayatımızın zenginleşmesini sınırlandıran ve hatta kısırlaştıran bir rol oynamıştır.

    Bu bağlamda, siyasi partilerin ve hükümetlerin meseleye gerekli ilgiyi gösterip yeterli destek sağlamamaları da önem arz etmektedir. Daha çok "siyasi sağ cenah"ın tarihsel ihmali, akademik/entelektüel dünya ile ciddi ve sürekli bir etkileşim geleneğinin tesis edilemeyişi, Türkiye`de "milliyetçi/muhafazakâr düşünce"nin gelişimini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu süreç, demokratik siyasete adım atıldığı 1940`lı, 1950`li yıllardan itibaren temel özellikleri açısından değişmemiştir.

    Kısacası, Osmanlının son döneminde zamanın şartlarına göre önemli bir entelektüel birikime sahip olan "milliyetçi akım"ın daha sonra bu birikimi geliştirip zenginleştirerek güçlü bir entelektüel geleneğe dönüştüremediği görülmektedir. Özellikle 1980 sonrasında, "milliyetçi cenah"ın fikri zenginlik düzeyi (kültürel ve teorik donanımı, referans kütüphanesi v.s.), dolayısıyla entelektüel ağırlığı, olması gereken seviyenin gerisindedir. Başka bir deyişle, son yirmi yıl içinde Türkiye`de ve dünyada yaşanan gelişmeler ile diğer siyasetlerin/fikirlerin etkinliği dikkate alındığında, milliyetçi düşüncenin/entelektüellerin düzeyini yeterli bulmak mümkün değildir.

    Dünün Mirası ve Bugün

    Ülkemizdeki "entelektüel piyasa"da hemen her dönemde ciddi bir sol-sosyalist-marksist fikrî ağırlık ve literatür zenginliği kendini hissettirmiştir. Buna son yıllarda "İslâmcı" ve "bireyci-küreselleşmeci" unsurların da eklendiği görülmektedir. Bu çevrelerin özellikle krema tabakası "demokratikleşme özlemi"yle temellendirmeye çalıştıkları bir yaklaşımla giderek Avrupa Birliği`nin/batının gönüllü sözcülüğünü, bazen de avukatlığını üstlenmektedir. Son zamanlarda yeniden tanımlanan bu (eski) misyon, değişik siyasi ve fikrî çevrelerin benzer argümanları terennüm ettiği geniş bir ittifaka dönüşmeye başlamıştır.

    Tabii, bütün bu fikirlerin/ideolojilerin bazı enternasyonel hedef ve değerleri asli referans olarak kabul etmesi, ciddi bir çeviri desteği ile felsefî arka plana sahip olması, entelektüel faaliyetler açısından "ayrıcalıklı" bir konum kazanmalarına yol açmıştır. Bu durum (dış destek), milliyetçi düşünce açısından ise, ya önemsiz ya da çok dolaylı bir role sahip olmuştur. Çünkü, milliyetçi düşünce, tabiatı ve dünya şartları gereği kendi özgün fikir üretimine ve bakış açısına diğerlerinden daha çok ihtiyaç duymuştur.

    Bütün bunlara, ülkemizde hâkim olan genel bilim ve araştırma paradigmasının bu mânâda sınırlayıcı ve dışlayıcı bir rol icra ettiğini de eklemek gerekmektedir. Aşağıda bu hususa da vurgu yapılmasının temel sebebi, ülkemizde hakim olan böyle bir akademik araştırma yaklaşımının sonuçlarının tahmin edilenden daha fazla ve çok yönlü olmasından kaynaklanmaktadır.

    Türkiye`nin ve özellikle "entelektüel zümre"nin XIX. yüzyılda iyice görünürlük kazanan batılılaşma macerası, XX. yüzyılda da olanca hızıyla devam etmiş ve birçok yeni tezahürleri ortaya çıkmıştır. Özellikle milli/tarihi aidiyetlerini kaybeden ya da küçümseyen bu zümrenin düşünme ve yazma parametreleri de, ister istemez başka kalıplar içinde yeniden şekillenmeye yüz tutmuştur. Dolayısıyla, "Türkiye`ye ait milli ve ahlâki pencereler"ini kaybedenler yerlerine "bilimsellik", "enternasyonellik" ya da "gelişmişlik" adına "başka manevi duvarları" daha sağlam bir şekilde örmeye başlamışlardır. Böylece, Türk toplumu ile entelektüel zümre arasında, temel duygu ve ideallerde birliktelik (en azından benzerlik) yerine, çelişkilerin, zaman zaman da çatışmanın ortaya çıkışı kaçınılmaz olmuştur.

    Bu zümre farkında olsun-olmasın artık kültürel/ahlaki olarak başka bir yere aittir; en azından konumunu ideolojik olarak ayarlamak zorunda hissetmektedir. Türkiye, bunun için Türkiye dışı ve karşıtı yaklaşımların türevlerinin kolayca cirit attığı bir panayıra dönüşmektedir. Kendi kültürüne ve tarihine karşı soğuk ve mesafeli duran, bazen de acımasız tavır takınabilen zihniyet/zümre, iltihak ettiği değerlerin ve ideallerin savunuculuğunu ise kolayca yapabilmektedir. Ve hatta, her türlü marjinal ve aykırı ahlâk anlayışlarına karşı kolayca sempati besleyebilmekte, zaman zaman da taşıyıcısı olunmaktadır.

    İşte bu tablo, adı geçen çevrelerin Türk toplumunu dünü, bugünü ve yarınıyla bir bütün olarak kucaklama duyarlılığının ve bilgisinin büyük ölçüde köreldiğini ifade etmektedir. Böylelikle yeni bir kültürün bile değil, ancak milli kültür anaforunun mimarları olmaktadırlar. Daha da vahim olanı, kültürel ve ahlâki erozyonun hem sebebi hem de ürünü olanların bile kendi gerçek konum ve rollerinin tanımını yapamamalarıdır.

    Bu zihniyet dünyasının bilimsel/akademik alandaki tezahürleri de kaçınılmaz biçimde benzer olmuştur. En başta bilimsel/akademik bir çalışmanın toplumsal ve ekonomik belirleyicilikler gibi, kültürden ve değerlerden de özerk olması gerekir anlayışı, Türkiye`de genellikle farklı algılanıp yorumlanmış ve uygulanmaya çalışılmıştır. Buna karşılık, entelektüellerin ya da akademisyenlerin kendi tarihine ve kültürüne muhalif ya da karşı olması gibi bir mutlak kurala/yasaya herhangi bir yerde ve zamanda rastlamak mümkün değildir. Bilimsel bir araştırmanın "değerler"den, daha doğrusu ön yargılardan mümkün olabildiğince arınması ile, toplum, tarih ya da kültür karşıtı duruş arasında hiçbir etik ve akademik bağ bulunmamaktadır.

    Bilakis, "gerçek" akademisyen ve entelektüeller, kendi toplumuna, kültürüne, tarihine, kısacası müşterek birikim ve değerlerine, sahiplenmese bile saygı duyması gerektiğini en iyi bilmesi gerekenlerdir. Ancak, milli değerler ve özlemler ile tarihi tecrübeler başta olmak üzere, Türk milletinin evrensel ölçekte kimliğini oluşturan ayrtedici vasıflarını önemsemekte, en azından saygı göstermekte zorluk çeken "entelektüel zümre"nin böyle bir yaklaşımı benimsemesi, tabii mümkün olamamaktadır.

    Özetleyecek olursak, Türk toplumunun yaşadığı modernleşme batılılaşma karışımı istikrarsız değişim süreci, gelenek ile modernlik arasında bir senteze ulaşma konusunda ciddi bir projenin ve bilincin yokluğu, son iki yüzyılına damgasını vurmuştur. Bu sürece sağlıklı bir şekilde rehberlik etmesi gereken aydınlar yetersiz kalmış, hatta zaman zaman da ülkelerine karşı "misyonerliğe" soyunmuşlardır. Diğer bir deyişle, Türkiye sağlıklı bir gelişme dinamiği ve formu oluşturamamış, aydın-toplum ikiliği de aynı biçimde şekillenmiş ve seyir izlemiştir.

    Kısacası, bu tür bir toplumsal ve kültürel evrimin en ciddi tezahürleri, farklı ve çarpık bir "entelektüel zihniyet" ile yabancılaşma süreci olmuştur. Özellikle, oryantalist bakış açısının aydın ve bilim dünyasında kök salmaya başlaması, yine kural, ahlâk ve toplum dışılığın bir marifet olarak takdiminde sağlanan taşarı, çoğu zaman Türkiye`deki hakim entelektüel kimliğin en belirgin vasıflarını oluşturmuştur.

    Türkiye`deki hâkim ekonomik unsurların bu zihniyet dünyasıyla taşıdığı paralellikler ile uyguladığı istihdam politikası, böyle bir tablonun şekillenmesinde hatırı sayılır bir rol oynamıştır. Bunun bugünkü yansımalarını tespit etmek için, aynı ekonomik unsurların kontrolündeki gazetelerin köşe yazarları ile özel üniversitelerin akademik kadrolarının ideolojik/kültürel duruşuna ve aralarındaki göz kamaştırıcı dayanışmaya bakmak yeterlidir.

    Bu faktörlere, ülkemizde "sağcı-muhafazakâr çevreler"in bilimsel araştırma ve entelektüel faaliyetler konusundaki tarihsel ihmallerini de eklediğimizde mevcut soruna ilişkin tablo tamamlanmış olmaktadır. Sonuçta, toplum ve değerleri ile hakim aydın/entelektüel zümrenin zihniyet yapıları arasında ciddi bir anormallik/oransızlık ortaya çıkmıştır. Ancak buna rağmen, "entelektüel zümre", lojistik desteklerinin de katkısıyla etkin bir güç merkezi olabilmiştir.

    Son yıllarda ise, mesailerinin büyük bir bölümünü, Türkiye`yi ne pahasına olursa olsun Avrupa Birliği yörüngesinde sabit tutmak, komşu ülkelerle olan ilişkilerimizde haksızlığımızı ispatlamak ve/veya ayrımcılık ile demokrasiyi telif etmek için harcamaya başlamışlardır. Günümüzde Avrupa Birliği`ni, saygın bir birliktelik ile insanî hedeflere ulaşmak için bir vasıta olarak değil de, "sistem"den intikam almak" ya da "biran önce batıya kapağı atmak" niyet ve amacıyla isteyenlerin sayısı oldukça fazladır. İşin esas üzücü ve vahim olan tarafı budur.

    Ne acıdır ki, bu çevreler, milliyetçiliği "günah keçisi" haline getirerek küresel gelişme ve sorunları kolayca izah ettiklerini de zannetmektedir. Tabiî böyle bir imtiyaza hiçbir fikir ve kişinin sahip olamayacağı unutulmaktadır. Yazı ve konuşmalara bakıldığında milliyetçilik ve milliyetçiler karşıtı "eski" dogmatik bilinç altının kaybolmadığı görülmektedir. Bugün, Avrupa Birliği`ne hayranlık düzeyinde bağlı olan çoğu savunucularının ideolojik konumu da bundan farklı değildir. Bu duruşların tarihî ve kültürel olarak ne ifade ettiği bellidir, "yeni kurtarıcılar"ının verdiği cesaret ve ilhamla, milli değer ve idealler kolayca küçümsenmekte, milliyetçilik sürekli "aforoz" edilmektedir.

    Yine, küreselleşmeyi farklı boyutlarıyla anlamak ve anlamlandırmak yerine, "evrensel resmi ideoloji" olarak algılayıp takdim eden,yine yakın geçmişe kadar birbirinin hayli uzağındaki entelektüel camialarda ikamet eden yazar-çizerlerin arasında bu mânâda da ciddi bir yakınlaşma eğilimi dikkat çekmektedir. Bunların önemli bir kısmının "tabu yıkıcı" olarak ortaya çıkıp, “neoliberal-küresel tabular" yaratmaya çalışması anlamlıdır. İşte bu ve benzeri sebeplerle, böyle bir zihniyetin Türkiye`nin kaderi üzerindeki etkinliğinin azaltılması, medya ve fikir dünyası üzerindeki ipoteklerinin kaldırılması ihmal edilemez bir görev haline gelmiştir.

    Bugün-Yarın İlişkisi ve Yapılması Gerekenler

    Buraya kadar yapılan değerlendirmelerden sonra şu hususun altını öncelikle çizmek de yarar vardır: Ülkemizin geleceği, düşünen, araştıran, üreten beyinlerin/kalemlerin varlığı ve zenginliğiyle doğru orantılıdır. Türkiye`nin milli kimliğini koruyarak yeni çağın dinamiklerini kavraması, yani yeni uygarlığın proleteri değil mimarlarından olması ise, bu beyinlerin toplumun müştereklerine saygılı, sorunlarına ilgili idealist bir kişiliğe sahip olmasıyla doğru orantılıdır. Çünkü, geçmiş ile gelecek arasında kurulacak sağlam maddi ve manevi bağların gerçek mimarları, ancak bu tür niteliklere haiz aydınlar ve elitler olabilir.

    Dolayısıyla, duyarlı ve idealist Türk gençliğinin çok iyi yetişmesi ve kendi alanlarının "elitler"i olması, milli ve tarihi sorumluluklarının da özünü teşkil eder. Zaten milliyetçi ahlak ve siyasetin, böyle bir ideolojik, kültürel ve entelektüel duyarlılığı, hem anlamlı hem de gerekli kıldığı tartışma götürmez bir gerçektir. Unutulmamalı ki, bunun bilincinde olmayanların, Türkiye`de olup bitenlerden ve düşünce hayatına ilişkin zaaflardan şikayetçi olma hakları sınırlıdır. Eleştiri ve şikayet etme hakkının, ancak böyle bir bilinç ve çabanın varlığı durumunda "meşru bir hak" olacağı açıktır.

    Bu tür bir kollektif bilincin gelişmesi ve çabanın sürekliliği, güçlü bir milliyetçi entelektüel geleneğin oluşması için de gereklidir. Güçlü bir entelektüel geleneğin inşa sürecinde mesafe alınması ise, kararlılığın kurumlaşmasına bağlıdır. Milliyetçi düşünce, herşeyden önce kendini sürekli geliştirip anlamlı ve etkin kılacak bir "alt yapı"ya, sistematiğe ve dinamizme kavuşmak zorundadır. Daha açık bir deyişle, milliyetçi düşünce dünyası XXI. yüzyılın başında, zengin bir bakış açısına, projelere ve eserlere her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Zengin bir referans kütüphanesi oluşturmaya başlamak, yeni çağın dinamiklerini kavrayıp yorumlayabilme yeteneğine sahip güçlü bir milli düşünce platformu geliştirebilmek, bu açıdan elzem olan iki temel adımı ifade etmektedir.

    Bilinmelidir ki. Türkiye`nin 21. yüzyıldaki mevcudiyeti, Türk Gençliği böyle bir görevi kavrayıp hayata geçirebildiği ve yeni ufuklara uzanabildiği ölçüde anlam ve önemini koruyacaktır. küreselleşme olgusu, bu görev ve sorumluluğun değerini azaltmamış, bilakis daha da arttırmış bulunmaktadır.

    İnsanlığın yarınki gündeminde, küreselleşme fırtınasını yeni sorunlara ve yıkımlara değil, daha adil bir toplumsal enerjiye dönüştürmek; küreselleşme sürecinin insani bir mahiyet kazanmasına katkı sağlamak meselesi ön planda olacaktır. Milletlerarası ilişkilerin olabildiğince yoğunlaştığı, çok yönlü etkileşimlerin arttığı bir zaman diliminde her "ideoloji", her "siyaset ve toplum tasavvuru" küresel bir bakış açısına da sahip olmak zorundadır. Bunun için de yeni küresel iddia ve projelere ihtiyaç vardır. Türk Milliyetçiliği`nin böyle bir ufka yönelmesi, teorik ve kültürel donanımını takviye etmesi, 2000`li yıllarda sadece Türkiye`ye değil, bütün insanlığa hizmet etmesinin ön şartını oluşturmaktadır.

    Bizim açımızdan milliyetçilik ve demokrasi, küreselleşme sürecinde ülkemizin içini ve dışını sürekli aydınlatan temel değer ve ilkeler olmaya devam edecektir. Çünkü, milliyetçilik ve demokrasi, sadece kültür, fikir ve siyaset alanında değil, milletlerarası alanda da Türkiye`nin/Türk milletinin hassasiyetlerini ve özlemlerini savunmanın yegâne gerçekçi ve insani yolunu oluşturur.

    Milliyetçilik, bir toplumun "milli duruşu"nu sadece sağlamlaştırmanın yolu değil, aynı zamanda anlamlandırmanın ve geliştirmenin de aslî yoludur. Dolayısıyla, bir milletin dinamizmini ve tekamülünü önce kendi kaynaklarında aramak, toplumsal özgüveni tahkim etmek ile aynı mânâya gelir. Bunu hem temsil etmenin, hem de teşvik etmenin dinamosu olma iddiasını taşır. Diğer yandan, milletlerarası dayanışma ve işbirliğini, dolayısıyla "küresel hakkaniyet"i gözetmek de, bu iki ilkenin özüne ve ruhuna uygun mânâda savunulması ve hayata geçirilmesiyle mümkün olabilir. Başka bir deyişle, muhtemel bir "küresel totaliterizm" tehlikesinin önündeki en güçlü ve tabii engel, milletlerin/kültürlerin varlığı ve işbirliğidir.

    Milliyetçi düşüncenin yeni çağda sahip olacağı aslî işlevlerinin bu çerçevede şekillenmesi ve gelişmesi kaçınılmazdır. Son tahlilde dünyanın yeniden yapılan(dırıl)masını ifade eden küreselleşme süreci, milliyetçilik ve demokrasiyi giderek daha stratejik ve anlamlı hale getirmektedir. Gerek milli dinamizmin muhafazası ve milli kültürün hayatiyeti gibi klasik işlevleri, gerekse XXI. yüzyılda milletlerarası çoğulculuğun ve adaletin, dolayısıyla "küresel demokrasi"nin teminatı olması gibi yeni işlevleri, bunun en açık delilleridir.

    Sonuç Yerine Gerekli Bir Tekrar

    Önümüzdeki dönemde, milliyetçilik ve demokrasiye birbirini tamamlayan ve besleyen ilkeler olarak hem milli hem de küresel ölçekte giderek daha çok ihtiyaç duyulacaktır. Millet ve demokrasi gerçeği, her şeyden önce, küresel ölçekli kültürel ve düşünsel homojenleşme riski karşısında, beşeriyetin varlığının en büyük garantörleridir. Sonuç olarak, bu iki temel kayram ve değer, her duyarlı ve vatansever entelektüelin, insanlığın yeni çağdaki zorlu yolculuğunda önünü aydınlatacak olan, bunun için de koruyup işlenmesi gereken siyasi ve kültürel cevherleri ifade etmektedir.

    (İlk yayımlanma tarihi: Türkiye Günlüğü, Ekim 1999)
    Dr. Esat ÖZ - Resmi Web SitesiEsat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik
    Makalenin tümünü yayınlayabilmek için izin alınması zorunludur.
    Kaynak gösterilmek suretiyle kısa alıntılar yapılır.
    Tüm hakları saklıdır © 2007
    En iyi görünüm için IE5.0 ve üzeri bir browser ile 1024x768 çözünürlüğü tercih ediniz.
    Tasarım :
    Esat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik