Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
      
Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
  • Küresel Güç Savaşları ve     Emperyalist Tehditler
  • Küreselleşme Girdabındaki     Milli Devlet ve Kültürler
  • AB Bağımlılığı ya da Radikal     Batılılaşma
  • Sevr ve Soykırım Tartışmaları     ve Tarihle Yüzleşme
  • Kronik Aydın ve Demokrasi     Sorunu
  •    AKP İKTİDARI, TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ VE KIBRIS: TEHLİKELİ BİR GİDİŞATA DAİR TESPİT VE UYARILAR

    Giriş

    Adalet ve Kalkınma Partisi,  üçlü koalisyon hükümetinin jeolojik ve ekonomik krizlerle boğuşmaktan yorgun düşmesinin, yine giderek inisiyatif alamaz hale gelişinin sebep olduğu elverişli bir sosyo-politik zemin üzerinde yükselerek seçimlerden birinci parti çıkmış ve tek başına iktidara gelmiştir. 2002 yılının son ayları içinde dikkat çeken bir diğer gelişme de, yine aynı partinin Avrupa Birliği (AB) bayraktarlığını ANAP’ı aratmayacak düzeyde sahiplenmesi olmuştur. AKP’nin sahiplenme duygusu o kadar gelişmiştir ki, seçimlerin hemen ardından baş döndürücü bir gezi trafiği bile göze alınarak Batı Avrupa başkentlerinde görücüye çıkılmıştır.

    Bu noktada bir hususun öncelikle açıklığa kavuşturulması yerinde olacaktır. AKP’nin kurulduğu aylarda tertiplenen meydan mitinglerinde Anadolu insanına göğsünü gere gere “Manda ve himaye kabul edilemez”, “57. Hükümet ekonominin dümenini IMF’ye, siyasetin dümenini AB’ye teslim etti” diyerek şikâyetlerde bulunan Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, nasıl oluyor da Batı Avrupa başkentlerinde “yeni icazet ve meşruluk makamları” arayabiliyordu Böyle bir çaba, “demokrat, millî ve yerli olma iddiası”nı seslendiren bir parti ve siyasetçinin aslını inkâr etmesi anlamına gelmez miydi Yoksa, Tayyip Erdoğan ve partisiyle ilgili olarak böyle bir konuda hükme varmak çok abartılı bir değerlendirme mi olacaktır

    Unutulmamalı ki, bu soruya evet cevabı verildiğinde, Tayyip Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın Avrupa turlarını, 12-13 Aralık tarihli Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesini kesinleştirmek amacıyla yapılan rutin ziyaretler olarak değerlendirmek gerekecektir. Aslında bu bakış açılarından herhangi birini tercih etmek, AKP’nin AB yaklaşımını tanımlayıp deşifre etmek için yeterli değildir. Çünkü, AB’ci lobinin ağzını sulandıran Avrupa turlarının yanında, AKP’nin AB yaklaşımını daha da dikkat çekici kılan başka bazı ayrıntılar ve Kıbrıs gibi bir tarihî dava karşısındaki ilginç tavırlar, değerlendirilmeyi beklemektedir. T. Erdoğan’ın bu geziler esnasındaki açıklamalarından üç farklı AB yaklaşımının ortaya çıkması, zirve öncesinde Türkiye’ye tarih verilmeyeceğinin belli olmasından sonra bir-iki günlüğüne de olsa külhanbeyi kimliğine bürünmesi, Başbakan Abdullah Gül’ün “AB’yi şok edeceğiz” beyanı, üzerinde durulması gereken ayrıntılardır.

    AKP’nin Kıbrıs konusundaki yaklaşımları ise çok daha vahimdir. Çünkü, Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, açıklamalarıyla Güney Kıbrıs Rum yönetimi ile fanatik Rumlar’ı Kopenhag Zirvesi sonrasında da sevindirmeye devam etmişlerdir. İşte bu yazıda, 2002 yılının son dönemine damgasını vuran ve yukarıda özetlenen gelişmelerin bir değerlendirmesi yapılmakta; daha sonra da teslimiyetçi yaklaşımın Türkiye’nin millî ve manevî varlığı üzerinde nasıl bir tehdit unsuru oluşturduğunun altı çizilmektedir. Diğer bir ifadeyle, Tayyip Erdoğan ile AKP’nin “AB hayranlığı”nın kısa süre içinde “platonik aşk”a dönüşmesi üzerinde durulmaktadır. Buna karşılık, AB yönetimi ile Yunan politikalarının uzun vadeli ve çok yönlü hazırlıkların bir ürünü olduğu; Türkiye’nin politikasındaki zaafların ise, Rum-Yunan stratejisinin başarısına nasıl hizmet ettiği hatırlatılmaktadır.

    Kopenhag Zirvesi Öncesinde Türkiye-AB İlişkileri ve AKP Yönetimi

    Bilindiği gibi, 12-13 Aralık 2002 tarihinde toplanan Kopenhag Zirvesi’nde müzakere tarihi almak amacıyla yapılan tartışmalara Türkiye, aylar öncesinden şahit olmaya başlamıştır. “MHP’siz hükümet” senaryoları ile AB sürecinde dayatılan “ev ödevleri”ni bir an önce yerine getirme kampanyaları içiçe geçmiştir. 2002 yılı yaz ayları ve sonrasında, bu bakımdan Türk demokrasi tarihinin gördüğü en yoğun ve kapsamlı medya-sermaye eksenli faaliyetlerinden birine şahitlik edilmiştir. Birçok batılı çevre tarafından da desteklenen kampanya süreci, Türk insanının millî bilinçaltını ve duyarlılıklarını altüst etmiş; kampanyanın anaforuna kapılan siyasî aktörler ve toplum, Kopenhag Zirvesi’nde müzakere tarihi alınacağına büyük ölçüde ikna edilmiştir.

    3 Ağustos 2002 tarihinde TBMM’nde kabul edilen ve terörist başını kurtaran, anadilde eğitim ve yayını serbest bırakan, azınlık vakıflarına yeni imtiyazlar tanıyan yasal düzenlemeler (uyum paketi), Türkiye’nin “sanal AB cenneti” yolculuğunda kurban vereceği değerlerin ilk önemli işaretleri olmuştur. Ancak o zamanlar gazete ve televizyonlarda ilânlar yayınlayan, TBMM’nin önüne Kopenhag Zirvesi saati asan “Avrupa Birliği-2002 Hareketi” ve destekçilerinin söylem ve eylemlerinin büyük bir balon olduğu üç-dört ay içinde ortaya çıkmıştır.

    Bu dönemde uyum yasalarına destek veren AKP yönetiminin, AB hayranlığı düzeyine varan bir başkalaşım süreci içinde bulunduğu biliniyordu. Fakat bu sürecin, seçim öncesinin siyasî bayraktarı olan ANAP’a bile rahmet okutacak kadar teslimiyetçi bir çizgiye kayacağını tahmin etmek imkânsızdı. AKP yönetimi ve iktidarı, seçimlerden sonra bürokratlar hakkında siyasî araştırma yaparken, Türkiye’nin AB politikasını çok yönlü ve gerçekçi bir tahlile tâbi tutmayı düşünmemiş, bilakis süreci gözü kapalı biçimde ilerletmeye çalışmıştır. Tayyip Erdoğan’ın siyasî konumu ve partilerini rahatlatan yasal düzenlemeleri de içeren “yeni uyum paketleri”ni arka arkaya TBMM’ne sevketmişlerdir. Zamanın başbakanı  Gül’ün deyimiyle, AKP yönetimi ve 58. Hükümet, AB’yi şok etmek için gece gündüz uğraşıyordu. Tayyip Erdoğan da Batı Avrupa başkentlerine çıktığı gezilerde Avrupalı dostlarına(!) ne kadar AB hayranı olduklarını anlatmaya çalışmış ve resmî bir görevi bulunmadığı halde taahhütlerde bulunmuştur.

    Böylelikle, bir taraftan kaza ile Kopenhag’da tarih verilir ise bundan siyasî bir kazanç elde etmek, diğer taraftan da AKP iktidarının “İslâmcı” etiketi yapıştırılarak Avrupa’dan aforoz edilme ihtimalini ortadan kaldırmak istemişlerdir. AKP’nin ortaya koyduğu AB yaklaşımı, ister istemez siyasî ve kültürel anlamda “günah çıkartma” boyutu da içermektedir. AKP yönetimi ve hükümetinin AB konusunda “kraldan fazla kralcı” tavrının sebeplerini tahlil ederken, Kıbrıs konusundaki “millî dava” karşıtı yaklaşımlarını da hesaba kattığımızda yukarıdaki iki hususa bir üçüncü önemli noktanın daha eklenmesi zorunlu hale gelmektedir. Çünkü, AB yönetimine yönelik sıcak mesajların ve Kıbrıs’ta millî duyarlılıkları statükoculuk olarak suçlayıp AB-Yunan çizgisine daha yakın bir tavır içinde olmanın bazı özel hesapları içermemesi imkânsızdır.

    AKP yönetimi, böyle bir siyasî manevra ile, Türkiye içinde siyasî kan davası güttüğü unsurlara ve/veya fikirlere karşı bir adım öne geçmek, en azından psikolojik üstünlüğü ele geçirmek istemiş olabilir. Çünkü, AB yönetiminin takdirini ve belirli ölçülerde de desteğini kazanmış bir AKP hükümeti ve yönetimi karşısında hangi güç durabilirdi Evrensel değerlerin ve doğruların yegâne temsilcisi(!) olan “Batı”nın himayesine mazhar olmak her partiye ve iktidara nasip olabilir miydi Tabiî bu soruların cevaplarını öncelikle millî ve yerli değerleri savunduğu iddiasını taşıyan AKP’lilerin vermesi gerekmektedir.

    AKP İktidarı ve Türkiye’nin AB Üyeliği

    Bu başlığın “Şok Etme ve Şov Yapma Ciddiyetsizliğinin Gölgesindeki Millî Hassasiyetler” ile değiştirilmesi, zannediyorum AB meselesinin AKP döneminde aldığı biçime dâir daha çarpıcı bir anlatım şekli olurdu. Buna okuyucunun karar vermesinin daha doğru olacağı düşünüldüğünden, sadece böyle bir fikrin oluşumuna kaynaklık eden etkenler üzerinde durmak yeterli olacaktır.

    AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın Avrupa başkentlerine yaptığı gezilerin (bazılarına göre Avrupa çıkarmasının, bazılarına göre de dünya lideri gibi karşılandığı temasların) Türk toplumuna aktarımında önplâna çıkarılan şov boyutunun dışında, Türkiye’nin AB süreci bakımından önem arzeden esasa ilişkin sonucu şudur: Sayın Erdoğan, Avrupalı liderlerin huzurunda yaptığı açıklamalarda üç farklı siyasî lider, üç farklı AB-Türkiye ilişkisi yaklaşımı ortaya koymuştur. Tayyip Erdoğan ziyaretlerin birinci turunda; “Türkiye’nin AB üyeliği, Kıbrıs sorunu ve Avrupa Ordusu gibi konuların bir paket içinde ele alınabileceğini” söylemiştir. İkinci turda uğradığı Avrupa başkentlerinde “Kıbrıs sorunu ile Türkiye’nin AB üyeliğinin ayrı hususlar olduğunu” söylemeye çalışmıştır. Üçüncü turda yaptığı konuşmalarda ise, “Türkiye’ye müzakere tarihi verildiği takdirde Kıbrıs’ta çözümün kolaylaşacağını” ifade etmiştir.

    Avrupalı yöneticilerin, böyle bir tablo karşısında yeni Türkiye yönetimini gayri ciddî, tutarsız, daha da önemlisi belirgin zaafları bulunan bir muhatap olarak algılayıp not etmediklerini düşünmemek saf dillik olur. Çünkü, Tayyip Erdoğan, o tarihe kadar vuku bulan Kıbrıs’la ilgili AB dayatmalarını kabul etmekle kalmıyor, onlara bu dayatmaların gereğini yapmayı müzakere tarihi verilmesi karşılığında bizzat kendisi teklif ve taahhüt ediyordu.

    AKP yönetiminin yaklaşımı hangi amaç ve niyetle ortaya konmuş olursa olsun, Kopenhag Zirvesi kararları, Türkiye’nin yeni yönetiminin zaaflarını da yansıtan, AB yönetiminin Kıbrıs konusunda ne kadar rahatladığını kanıtlayan bir belge olmuştur. Ortaya çıkan sonuç karşısında, 58. Hükümet’in ve Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye’yi ve Kıbrıs Türklüğü’nün millî geleceğini Rum-Yunan ve AB yönetimi dayanışmasının kazdığı “Kıbrıs kuyusu”na doğru ittiğini görmemek mümkün değildir. Bu durum karşısında, AKP yönetiminin, artık millî duyarlılıkların yerine AB yönetiminin hassasiyetlerini ve politikalarını ikâme etmeye başladığını söylemek yanlış olmayacaktır.

    Hatırlanacağı üzere, Türkiye’de estirilen fırtınaya ve yaratılan beklentiye göre, 2002 Ağustosu’nun başında TBMM’de kabul edilen “uyum paketi”yle birlikte Kopenhag Zirvesi’nde müzakere tarihi verilmesi gerekiyordu. AKP iktidarı meclise ilâve yeni uyum paketleri sevketmesine ve taahhütlerde bulunmasına rağmen sonuç yine değişmemiştir. Kopenhag Zirvesi’ne, Türkiye’ye tarih verilmesi yerine, tarih vermek için 2004 sonuna kadar bekleten ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB üyeliğini resmileştiren kararlar damgasını vurmuştur.

    Gerçekler, AB lobisinin ve kuyruğuna takılan siyasî aktörlerin söylemlerinin aksine, Türkiye’nin epey bir süre daha bekleme odasında tutulacağını ve hatta yeni kriterlere hazır olması gerektiğini göstermektedir. Kopenhag Zirvesi öncesinde bir ara “Türkiye’ye haksızlık yapılmasını halka anlatamayız”, “Müzakere sürecine başlamak Türkiye’nin hakkıdır” demeyi akıllarına getiren Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ikilisi, zirve sonrasında bu görüşlerini yine çok çabuk unutmuşlardır. Dolayısıyla; “Zirve kararlarıyla Türkiye’ye haksızlık yapılmış mıdır AB yönetimi Türkiye’ye karşı yine çifte standart uygulamış mıdır AB yönetiminin Türkiye hakkındaki gerçek düşüncesi ve projesi nedir AKP yönetimi ve hükümeti bu sorulara cevap aramış ve Türk milletiyle paylaşmış mıdır Zirve öncesinde dile getirdikleri kendi sözlerinin arkasında durmuşlar mıdır” gibi sorular önem kazanmış bulunmaktadır.

    Sorumlu, duyarlı ve demokrat bir yönetimin bütün bu sorulara cevap arayıp toplumla paylaştığını düşünmek, tabiî ve ahlâkî bir beklentidir. Ancak, sonuç böyle olmadığı gibi, çok talihsiz bazı açıklamalarla da geçiştirilmeye çalışılmıştır. Her duyarlı insanın tüylerini diken diken edecek cinsten olan bu talihsiz açıklamalardan biri, Başbakan Abdullah Gül’e aittir. Gül’ün zirve yorumu, “Biz sert çıkışları bilerek yaptık, zirvede alınan kararlar bizim için tatmin edicidir” olmuştur. Tayyip Erdoğan ise, Kopenhag Zirvesi kararlarını soran gazetecilere “Elhamdülillâh iyidir” cevabını vermiştir. Böylece, AKP iktidarının zirve öncesinde AB yönetiminin içini ferahlatan değerlendirmelerden sonra, bu kez zirve sonrasında ellerini ovuşturmasına sebep olan değerlendirmeleri gündeme gelmiştir.

    Uyum paketleri hediyesiyle değil ama, teslimiyetçi ve tutarsız siyasetleriyle AB yönetimini şok ederek şaşırtan AKP iktidarı, bütün bu söylem farklılıklarının, perspektif ve strateji zaaflarının bir muhasebesini yapmak zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Çünkü, AKP yönetimi ve hükümetinin bu zamana kadar ortaya koyduğu AB zigzagları Türkiye’nin işini kolaylaştırmamış, bilakis zorlaştırmıştır. Bunu görmek için, bu çerçevede AKP iktidarına yönelik gerçekçi tahlil ve eleştirileri dikkate almak değil, Kopenhag Zirvesi öncesi ve sonrasında kendi yaptıkları açıklamaları altalta koyarak değerlendirmek bile yeterli olacaktır. Aksi takdirde, “şok etme” ve “şov yapma” gibi söylem ve eylemler, millî çıkarların ve hassasiyetlerin her geçen gün biraz daha gömüleceği siyaset(sizlik) bataklığına dönüşecektir.

    AKP’nin Kıbrıs Saplantısı ve AB Meselesi

    AKP iktidarının Tayyip Erdoğan’ın bayraktarlığını yaptığı Kıbrıs’la ilgili teslimiyetçi tutumunu, sağduyu sahibi bir insanın ilk bakışta kavraması kolay değildir. Bu tutumun, meşruluk arayışını dışarıda sürdürmenin ve Batı karşısındaki aşağılık kompleksinin oluşturduğu zihin bulanıklığının bir yansıması olabileceğine inanmak istemeyenler çıkabilir. Belki de, “devlet ile hesaplaşma”nın, Kıbrıs’ta biran önce “çözüm”e ulaşmakla kolaylaşacağını öğütleyen Batıcı-küreselleşmeci ve AB’ci lobilerin (Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand, Mehmet Altan ve İsmet Berkan gibi kalemşörlerin) tavsiyelerine çok fazla iltifat edilmektedir.

    Hangisi belirleyici olursa olsun, ortada Kıbrıs meselesini, artık “millî dava” olarak değil, “millî yük” olarak algılayan bir Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı bulunmaktadır. Seçimlerden önce böyle bir anlayışa sahip oldukları en azından açıkça bilinmeyen ve seçmenden teslimiyetçi Kıbrıs politikaları için destek de almamış olan AKP yönetiminin, seçimlerden hemen sonra gözle görülür hale gelen tavır değişikliği çok düşündürücüdür ve yakın takibi gerektirmektedir.

    3 Kasım seçimlerinden hemen sonra “Belçika modeli” önerisiyle AB yönetimi ve Yunan Hükümeti’nin ilgisine mazhar olan Tayyip Erdoğan, daha sonra da bunun tesadüfî bir çıkış olmadığını yine kendisi kanıtlamıştır. Özellikle, Kopenhag Zirvesi yaklaştıkça Kıbrıs’ta biran önce çözümden yana olduğunu ve Türkiye’nin geleneksel Kıbrıs politikasını tasvip etmediğini açıklamaya devam etmiştir.Erdoğan’ın -kendi deyimiyle- bir tüccar olarak pazarlığı iyi bildiğini ve zirve öncesinde tarih alabilmek için böyle bir yolu seçtiğini düşünenler, yanıldıklarını çok kısa süre içinde anlamışlardır.

    Tayyip Erdoğan, Kopenhag Zirvesi dağıldıktan sonra da Kıbrıs’la ilgili AB paralelindeki çözüm misyonerliği rolünü ısrarla sürdürmüş, hatta dozajı giderek artan bir şekilde “statükocular”a savaş açmış ve “çözüm”den kaçılmaması gerektiğini söylemeye başlamıştır. Lobici akıl hocalarının vazifelerini iyi yaptıkları, AKP iktidarı ve yönetiminin Kıbrıs konusunda geldiği bu noktadan anlaşılmaktadır. Millî ve onurlu bir Kıbrıs politikası savunmanın “çözümsüzlük” ve “statükoculuk” olarak karalanıp horlanmasını, TBMM’de büyük bir çoğunluğa sahip olan ve yerlîlik/millîlik iddiası taşıyan bir parti yönetimine yaptırabilmeleri büyük bir başarıdır. Lobici unsurlar eserleriyle ne kadar övünseler azdır.

    Ancak, her şeye rağmen meclis çoğunluğunun sağduyusunu tamamen kaybedeceğine inanmak çok güçtür. Bunun için, Kıbrıs’ta onurlu, hakkaniyetli ve kalıcı bir çözümü öngören millî duruşu statükoculukla ya da çözümsüzlükle suçlamanın, aslında Rum-Yunan ittifakının emellerine (statükosuna) hizmet ettiği de kısa süre içinde anlaşılacaktır. Bu çerçevede dikkat çeken bir başka husus, Tayyip Erdoğan’ın Kıbrıs’la ilgili Türk tezini eleştirmesi ve Rauf Denktaş’la ilgili tutumunu ısrarla sürdürmesinin Kıbrıs Rum Kesimi ile Yunanistan’da büyük sempati toplamaya ve alkış almaya başlamasıdır.

    Gerçekten de, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti toprakları üzerinde Rauf Denktaş’ı hain ilân eden ve dayatılan çözüme tartışmasız evet diyen bir miting yapılması, Tayyip Erdoğan’ın Rauf Denktaş karşıtı beyanları ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinin itirazsız gerçekleşmesi, Rum halkını ve yönetimini son yıllarda en çok memnun eden gelişmeler olmuştur. Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan, AKP iktidarı ile Kuzey Kıbrıs’taki teslimiyetçi lobinin yeni yıl hediyelerinden duydukları memnuniyeti açıklamakta da bir sakınca görmemişlerdir.

    Rum Hükümet Sözcüsü Mihalis Papapetru 3 Ocak 2003 tarihinde verdiği beyanatta şunları söylemiştir: “Tayyip Erdoğan, Denktaş’a kuşku ile baktığı gibi, Denktaş’ın politikasına karşı olan Kıbrıs Türk partileriyle aynı çizgide yer almaktadır. Bize düşen görev bu durumu çok ciddî bir şekilde değerlendirmektir.” Aynı gün yayınlanan yüksek tirajlı Rum gazetesi Fieleftheros da, Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarını okuyucularına; “Tayyip Erdoğan’dan işgalci lidere sert saldırı. Denktaş’a yönelik fırçalama Lefkoşa’yı (Rum Hükümetini) memnun etti!” başlığıyla duyurmuştur.

    Duyarlı her Türk vatandaşının derin derin düşünmesini bir yükümlülük haline getiren bu manzara karşısında, AKP yönetimi ve iktidarının da çıkarması gereken dersler, süratle yapması gereken “millî ödevler” bulunmaktadır. Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP yönetimi ve iktidarının, Kıbrıs meselesinde statükodan ve çözümsüzlükten ne anladıklarını, Rum-Yunan politikasını nasıl değerlendirdiklerini, kendi çözüm projelerinin ne olduğunu vakit geçirmeden detaylı olarak açıklamaları ve Türk kamuoyunu ikna etmeleri gerekir. Bunu yaptıkları takdirde, Türk devletinin Kıbrıs politikasını niçin tasvip etmediklerini, Rauf Denktaş’ın millî ve ilkeli duruşundan niçin rahatsız olduklarını anlamak kolaylaşacak, Rum Yönetimi ile paralelliklerinin düzeyini tespit etmek mümkün olacaktır.

    AB Gerçeğinin Çok Yönlü Tahlil İhtiyacı ve AKP Yönetimi

    Bir kez daha vurgulamakta yarar vardır: AKP yönetimi ve hükümeti, artık Türkiye’nin AB perspektifinin bir müzakere tarihi almaya ve ceviz kabuğunu bile doldurmayacak malî yardımlara indirgenemeyeceğini görmelidir. Böylesine sığ ve sakat bir AB yaklaşımının Kıbrıs’ta nelere mâl olduğu ve çok daha ağır faturaların önümüze konulabileceği gerçeği, şüphesiz “sahte yeryüzü cenneti”ne kalkan trene binme saplantısından kurtulunduğunda daha iyi anlaşılacaktır. AB yönetiminin Türkiye’ye lâyık gördüğü “özürlü aday muamelesi”ne Türkiye’nin cevabı, boyun eğmek değil, “üçüncü sınıf” muameleyi reddetmek olmalıdır.

    AB yönetiminin Türkiye özelinde geliştirdiği “ilişki stratejisi”ni, bu stratejinin taktik açılımlarında kullandığı “diplomatik dil”i algılamak ve anlamlandırmak çok da zor değildir. Bu diplomatik dil’in oryantal kıvraklığındaki ilginç serüveni için, her AB zirvesi sonrasında yayınlanan bildirilerdeki “Türkiye paragrafları”nı incelemek, kelime ve cümlelerin nasıl bir evrim geçirdiğine dikkat etmek yeterlidir. Bu yapıldığında, AB yönetiminin bilinçli ve sistemli politikasının Türkiye’de AB’ci hamaseti nasıl beslediği de görülecektir.

    Türkiye-AB ilişkilerinde ihmal edilen, daha doğrusu lobici unsurlar ve medya tarafından önplâna çıkarılmayan bir başka nokta, Avrupa içi dinamikler ile AB yönetimi ve kamuoyunun ülkemizin üyeliğine hazır olup olmadığı, hatta Türkiye’yi muhtemel bir ortak olarak algılayıp algılamadıklarıdır. Ülkemize bu zamana kadar uygulanan muamele, ne yazık ki bazen oyalayıcı, bazen de dışlayıcı bir yaklaşımın ötesine geçememiştir. Avrupa’ya hâkim olan değerler sistematiğinin belirleyiciliği ve ülkemiz karşısındaki önyargının yer etmiş olması, AB yönetiminin Türkiye için yeni bir “ara formül”ü düşünceden hayata geçirme ihtimalini güçlendirmektedir.

    AKP iktidarı, AB’nin önümüzdeki dönemde Türkiye’yi üye yapmak yerine Avrupa’dan kopartmayacak, ama içeriye de sokmayacak bir özel ilişki biçimini dayatmasına hazırlıklı olmalıdır. Yine şimdiden altını çizmek gerekir ki, ülkemizdeki lobici sermaye ve medya çevrelerinin bu yeni üçüncü sınıf öneriye de sıcak bakmaları söz konusu olacağı için, Türkiye’nin durumu yakın gelecekte daha da zorlaşacaktır.

    AKP iktidarının Türkiye-AB ilişkilerini gerçekçi ve doğru bir şekilde algılayabilmesi bakımından üzerinde durması gereken hususlardan bir diğeri de, Yunanistan’ın Kıbrıs politikası ve bu çerçevede Türkiye’nin AB saplantısını kullanma biçimidir. Yunan yönetimlerinin son yıllarda Türkiye’nin AB perspektifini (üyeliğini değil) destekleyici bir tavır içinde olduğu ve bu tavrın da giderek belirginleştiği gözlenmektedir. Tarihî tecrübelerin ışığından bakıldığında çok dikkat çekici hale gelen bu politikanın özellikle 1994 yılından itibaren uygulanan ve ilk plânda “Kıbrıs”ı (Rum Kesimini) AB üyesi yapmayı amaçlayan bir stratejinin eseri olduğu açıktır.

    Yunan politikasının, Dışişleri Bakanı Papandreau zamanında sadece daha popüler bir nitelik kazandığı unutulmamalıdır. Meselâ, eski Yunan Dışişleri Bakanı T. Pangalos’un, 1997 Temmuzu’nda “Kıbrıs sorununun çözümünün Türkiye’nin Avrupa’daki geleceğine katkıda bulunacağını” söylerken ülkemizdeki bazı çevrelerin zaaflarını ya da Avrupa konusundaki açgözlülüklerini hesaba kattığı kesindir. Bugünkü Yunan Dışişleri Bakanı Papandreau da 2001 yılı içinde Türkiye’yi AB’nin baskı altında tutabileceğini söylemiştir. Yine aynı bakana göre, “Türk boğası böylece boynuzlarından yakalanmış olacaktır.” Görüldüğü gibi, Yunan devleti, Türkiye’nin AB sürecine bağımlı hale getirilmesiyle birlikte Yunan millî çıkarlarını daha iyi koruyacağını, millî hedeflerine ulaşmada “Türk engeli”nin ortadan kalkacağını hesaplamıştır. Bu stratejiyi de, bu zamana kadar ustaca ve kurnazca uygulamışlardır.

    Eğer, AKP iktidarı ve yönetimi, Kıbrıs ve AB konusundaki teslimiyetçi yaklaşımlarından vazgeçmez ise, Yunan stratejisinin önümüzdeki dönemde daha kolaylıkla uygulanacağı ve hedefine varacağı açıktır. Tayyip Erdoğan’ın zirve öncesinde yaptığı Atina ziyaretindeki üzücü ve düşündürücü tavrı ile Kıbrıs açıklamaları da, ne yazık ki bu duruma çanak tutmaktan başka bir sonuç doğurmamıştır.

    Sonuç: Bir Kez Daha Tespit ve Uyarılar

    AKP iktidarı ve yönetiminin, Avrupa Birliği yaklaşımının gerçekçi ve duyarlı bir arkaplâna sahip olmadığı, AB yönetiminin Türkiye politikasını çok yönlü bir tahlile tâbi tutmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda, T. Erdoğan’ın dış politika alanında uyguladığı yoğun ve karmaşık programın bir yönüyle imaj ağırlıklı bir çalışma olduğunu söylemek abartma olmayacaktır. Ancak, iç politikada şov yapma hevesini dış politika alanında da sürdürmenin çok büyük riskleri ve olumsuzlukları beraberinde getireceği unutulmaktadır. Partisi için “küresel marka”, kendisi için “küresel lider” sıfatının yakıştırılmasından bir hayli hoşlandığı anlaşılan Erdoğan’ın, en azından uluslararası arenanın gerçek yüzü hakkında yeterince bilgi ve tecrübeye sahip olmadığının bilincinde olması gerekir. Bu durum, hem kendi siyasî geleceği, hem de Türkiye’nin etkinliği ve saygınlığı bakımından çok önemlidir.

    AKP iktidarı ve yönetimi, Avrupalı liderlerle yaptıkları temasları sonuçlarını, AB yönetiminin karar alma mantığını ve mekanizmasını çok iyi tahlil etmekle yükümlüdür. Çünkü, bugün iktidar sorumluluğunu üstlenenlerin Türkiye’ye Kopenhag Zirvesi’nde müzakere tarihi vermesi gereken Birlik yönetiminin 2004 sonuna sadece “randevu tarihi” vermesi gerçeğine kafa yorması, hem millî ve demokratik hem de ahlâkî bir görevdir. Bu yapıldığı takdirde, böyle bir sonuç üzerinde AKP iktidarının tutumunun yanı sıra, Avrupa içi dengeler ile Türk milleti hakkındaki olumsuz önyargının rolünün, Kopenhag siyasî kriterlerinin karşılanıp karşılanmadığından çok daha belirleyici olduğu görülecektir.

    Bilinmelidir ki, Rum-Yunan ittifakının memnuniyetini kazanmanın saygın ve etkin bir dış politika için ilham kaynağı olarak algılanmaya başlanması bir tarafa; bir kısım küreselleşmeci-ikinci cumhuriyetçi yazarın plânlı desteğinin aldatıcı cazibesine bile kapılmamak gerekir, zira bunun yükünün uzun süre taşınması imkânsızdır. Başbakan Abdullah Gül ile yandaşı gazetelerin dile getirdiği “ABD, savaş yanlısı kamuoyu oluşturmak için medyaya para aktardı” şeklindeki tespitlerinin, başka alanlarda da geçerli olabileceğini akıl etmeleri çok zor değildir. AKP iktidarı, Kıbrıs’ta “ver kurtul politikası”nın taraftar bulması için AB yönetimince de aynı yöntemin kullanılmış olabileceğini düşünmek durumundadır. İyi niyetli bir iktidarın, en azından Batı medyası ve diplomasisi tarafından da desteklenen Denktaş’ı ilk önce yalnızlaştırma ve ardından dışlama kampanyalarını tespit ve tahlil etmesi gerektiği açıktır.      

    Türkiye’nin geleneksel Kıbrıs politikasının “çözümsüzlük” ve “statükoculuk”  olarak eleştirilip karalanması, aslında ikiyüzlü ve önyargılı AB yönetimi ile Yunan politikasının çözüm yoluyla örtüşmekte, onlara meşruluk atfetmekle aynı anlama gelmektedir. Burada bir “üçüncü yol”dan söz etmek, bu tespiti değiştirmemektedir. Çünkü, Türkiye’nin Kıbrıs politikasını ısrarla çözümsüzlük olarak sunmak, dolayısıyla suçlamak, ya onu hiç anlamamak ya da konuyu bilinçli olarak çarpıtmakla eşdeğer bir duruşu ifade eder. Unutulmamalı ki geleneksel Türk tezi, çözümsüzlük üzerine değil, Kıbrıs Türk halkının millî varlığını ve geleceğini garanti altına alacak ve Türkiye’nin uluslararası pozisyonunu zayıflatmayacak bir kalıcı çözüm anlayışı ve arayışına dayanmaktadır.      

    T. Erdoğan ile dışişleri bakanının Kıbrıs ve AB’ye ilişkin yaklaşımlarının Kıbrıs Rum Kesimini ve teslimiyetçi lobiyi de sevindirdiği göz önüne alınırsa, AKP iktidarı ve yönetiminin Kıbrıs’ta “çözümsüzlükten” ve “biran önce çözüm”den ne anladıklarını çok yönlü olarak yeniden düşünüp ilan etmeleri zorunludur. Böylesine acil ve gerçekçi bir muhasebenin yapılması, iktidarın samimî ve duyarlı bir siyasî zihniyete sahip olup olmadığının tespiti açısından da önem arzetmektedir. Eğer AKP yönetiminin niyeti, vazgeçemedikleri siyasî kan davalarını Kıbrıs ve AB politikaları üzerinden yürütmek ve böyle bir hesaplaşmaya altyapı oluşturmak ise, vaziyet tahmin edilenden çok daha vahimdir. Tabiî tercih, öncelikle AKP yönetimi ve iktidarınındır.

    (İlk yayımlanış: Türkiye ve Siyaset Dergisi - Kış 2003

    Dr. Esat ÖZ - Resmi Web SitesiEsat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik
    Makalenin tümünü yayınlayabilmek için izin alınması zorunludur.
    Kaynak gösterilmek suretiyle kısa alıntılar yapılır.
    Tüm hakları saklıdır © 2007
    En iyi görünüm için IE5.0 ve üzeri bir browser ile 1024x768 çözünürlüğü tercih ediniz.
    Tasarım :
    Esat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik