Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
      
Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
  • Küresel Güç Savaşları ve     Emperyalist Tehditler
  • Küreselleşme Girdabındaki     Milli Devlet ve Kültürler
  • AB Bağımlılığı ya da Radikal     Batılılaşma
  • Sevr ve Soykırım Tartışmaları     ve Tarihle Yüzleşme
  • Kronik Aydın ve Demokrasi     Sorunu
  •    TÜRKİYE’DE DEMOKRASİNİN GELİŞİMİ ve DEMOKRAT PARTİ

    Giriş

    Türkiye’de II. Dünya Savaşını izleyen beş yıl içinde şekillenmiş olan çok partili siyasete geçiş süreci, birçok faktörün bir bileşkesi olarak ortaya çıkmıştır. Yönetici eliti böyle bir siyasal değişim aşamasına getiren sebepleri, iç ve dış faktörler şeklinde iki başlık altında toparlamak, sıkça başvurulan basit ama anlamlı bir açıklama yoludur. Bu değerlendirmenin temelinde, iki grupta toplanan dinamiklerin birbirini besleyen bir çizgide eş zamanlı olarak belirginleşmiş olması yatmaktadır. Bunun için, geçiş sorununun gündeme gelmesinde herhangi bir faktörün tek başına belirleyici olduğunu söylemek çok daha zordur.

    Dış konjonktürün önemi, yeni uluslararası bağlantıları ve dayanışmayı gerekli kılmasından çok, demokrasi meselesini, dolayısıyla otoriterizm aleyhtarlığını zihinlerde gündeme getirmesinden kaynaklanmaktadır. İç dinamikler ise, öncelikle tek-parti yönetiminin yarattığı siyasal ve ekonomik sıkıntıların rejim değişikliğini zorlayan bir niteliğe sahip olması, en azından böyle algılanmaya başlanması bakımından önem taşır. Bu dinamikler arasında, II. Dünya Savaşı şartlarının katmerleştirdiği sosyo-ekonomik sorunlar ağırlıklı yere sahiptir. Diğer bir dinamik ise, vitrini muhalif basın ile birkaç parlamenterden oluşan “muhalefet cephesi”nin, 1945 yılının ortalarından itibaren tek parti rejimine açıkça meydan okuyabilecek bir boyut kazanmaya başlamasıdır. Gerçekten, demokrasiye geçiş sürecinin hızlı bir biçimde gelişmesinde, uluslararası konjonktürün elverişliliğinin yanında, muhalif unsurlar arasında ortaya çıkan bu açık-örtülü geniş ittifakın hatırı sayılır bir rolü vardır. Böyle bir ittifakın lokomotifi olarak filizlenen Demokrat Parti, kısa bir süre içinde bütün toplumsal kesimlerdeki muhalif potansiyeli harekete geçiren bir siyasal örgüt olmuştur.

    Demokrat Parti (DP), hem 1946 yılından itibaren takip ettiği çok partili siyasete geçiş stratejisiyle, hem de iktidar olduğu 1950 seçimleri sonrasındaki politikalarıyla demokrasi tarihimizde yer etmiş bir siyasal hareket olarak önem taşımaktadır. Bu çalışmamızda demokratikleşme sürecinin bu çerçevede genel bir değerlendirmesi yapılacaktır. Yani amaç, doğrudan demokrasiye geçiş sürecini betimlemek değil, DP’nin stratejileri/politikaları ile Türkiye’de demokrasinin evrimi arasındaki ilişkiyi genel hatlarıyla sergilemektedir. Böyle bir ilişki, DP’nin demokrasi kavramına bakışı, bu bakışta meydana gelen farklılaşmalar, DP politikalarının demokrasinin gelişimi üzerindeki “olumlu” ya da “olumsuz” rolü gibi, çeşitli açılardan ele alınarak incelenebilir. Bu yazıda ise, daha çok DP’nin hem ana muhalefet hem de iktidar partisi olarak izlediği bazı temel stratejilerin demokratikleşme sürecindeki yeri ve önemi üzerinde durulmaktadır.

    Muhalefetteki Demokrat Parti: Demokrasiye Hızlı Ama Yumuşak Geçiş

    Çok Partili Siyasete Geçiş Kararının Şekillenmesi, Basın ve Demokrat Parti

    Türkiye’de demokrasiye geçiş sorununun, II. Dünya Savaşı’nın sonlarını ifade eden 1944 yılının ikinci yarısı ile 1945 yılının ilk yarısını kapsayan bir yıllık dönemde gündeme geldiği; bunu izleyen bir yıl içinde ise giderek şekillendiği görülmektedir.(1) Tek parti rejimine muhalefetin filizlenmeye başladığı bu dönemde öncü rolünü şu iki grup üstlenmiştir: Birincisi, kamuoyunun en etkin, hatta tek temsilcisi durumundaki basın; diğeri ise, parti içi muhalefet.

    Bu yıllarda, günlük basındaki yorumlar aracılığıyla ortaya çıkan entelektüel elitin tavrı ile siyasal elitin tavrı arasındaki paralellik dikkat çekici boyutlardadır. Bu, gerek demokrasiye mesafeli bakış anlamında bir negatif tavır, gerekse öncülük etmek anlamında pozitif tavır açısından böyledir. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yönetimiyle içli dışlı olmayan gazetecilerin büyük bir bölümü, kendilerini siyasal muhalefetin “doğal önderleri” gibi görmeye başlamışlar ve kısa süre içinde de demokrasiye geçişin hem aktif savunucuları hem de sözcüleri olmuşlardır. Siyasal iktidarla az-çok çıkar ya da ideolojik bağı olanlar ise, CHP yönetimi ve politikalarını açıkça desteklemeye devam etmişlerdir. Bunlar arasında en ünlü olanlar, Ulus (Fatih Rıfkı), Akşam (Necmettin Sadak) ve Vakit (Asım Us) gazeteleriydi. “Muhalif cephe”nin bayraktarlığını ise, Vatan (Ahmet Emin Yalman), Tan (Serteller) ve Tasvir (Cihat Baban) gazeteleri yapıyordu.

    Basın organlarına 1944 yılının ikinci yarısından itibaren göz gezdirildiğinde, 1945 yılının ortalarına doğru giderek zenginleşen bir demokrasi talebi ve otoriterizm eleştirisiyle bezenmiş muhtevayla karşılaşılmaktadır.(2) Bu, hem nitelik hem de nicelik bakımından bir zenginleşmedir ve özellikle sosyo-ekonomik sorunlar içinde bunalan kitleleri cesaretlendirici bir işleve sahip olmuştur. Zaten muhalif siyasal elitin o dönemde, biri TBMM kürsüsü, diğeri gazete sayfaları olmak üzere iki tane önemli “kamusal platform”u vardı. Diğer kitle iletişim aracı olan radyo ise, tamamen yönetici/siyasi elitin kontrolü altındaydı ve bu durum 1950 seçimlerine kadar değişmeden devam etti.

    Parti içi muhalefetin su yüzüne çıkışı, basının da desteğiyle 1945 yılının ilk yarısındaki önemli meclis görüşmeleriyle birlikte olmuştur. Bütçe kanunu, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın onaylanmasıyla ilgili meclis müzakerelerinde, daha sonra DP’yi kuracak olan Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan kendini göstermeye başlamışlardı.

    Muhalif parlamenterlerin, 7 Haziran 1945 tarihinde doğrudan parti politikalarına ve yapısına yönelttikleri eleştiriler ise partileriyle yollarının ayrılmasına yol açmıştır. “Dörtlü Takrir” olarak ün yapan bu talepler, muhtevası bakımından olmasa bile, tek-parti geleneği açısından radikal bir çıkışı ifade ediyordu.(3) Zaten geniş ilgi görmesinin esas sebebi budur. Parti içi muhalefetin manifestosu mahiyetinde olan bu belgeyi, DP’nin ön habercisi olarak da değerlendirmek mümkündür.

    Dörtlü takrircilerden Adnan Menderes ve Fuad Köprülü, muhalif tavırlarını, meclis kürsüsünün yanında gazete sütunlarına taşımaya başlamıştır. 1945 yılının yaz ve sonbahar ayları boyunca Vatan gazetesinde yayımladıkları makalelerinde, CHP yönetimine ve hükümetine yönelik eleştirilerine devam etmişlerdir.(4) Yazıların, tek parti dönemi boyunca CHP yönetimiyle pek sıcak bir ilişki içinde olmayan A.E.Yalman’ın gazetesinde yayınlanması ayrı bir önem taşıyordu.

    Dörtlü takrir etrafında dönen tartışma ve gelişmeler, tabii ki bunlarla sınırlı kalmamıştır. Çünkü, parti grubu bünyesinde yaşanan sorunların parti yönetimi politikaları üzerinde etkilerinin olmaması mümkün değildi. Her ne kadar Milli Şef İnönü’nün 19 Mayıs törenleri dolayısıyla yayımladığı beyannamede, demokrasiye geçileceğinin bazı işaretleri verilmiş olsa da, sürecin böyle bir safhaya gireceğinin öngörüldüğünü söylemek zordur. CHP yönetimi, muhalefetin eleştiri dozajını arttırmasıyla, önce kısa bir bocalama devri geçirmiş ve daha sonra yeni stratejiler geliştirmeye başlamıştır. İlk yapılanları, dörtlü takrircilerden ikisinin (Menderes ve Köprülü) partiden ihraç edilmesi, hükümet ve parti politikalarını gözden geçirilmesi şeklinde özetlemek mümkündür. Bunlar arasında, özellikle geniş kitleleri memnun edecek düzenlemelerin yapılması, genel merkezin parti örgütü üzerindeki denetimini gevşetmesi, sansürün yumuşatılması ve Kemalizmin geçiş sürecine uyumunu sağlayacak yeni siyasal/ideolojik söylemin geliştirilmesi gibi çabalar dikkat çekmektedir.(5)

    Bunlardan ideolojik alana mahsus olanı, daha sonra kimi akademik tartışmalara kaynaklık eden ve sürecin başlangıcında gözlenen en önemli değişikliklerden biridir. Çünkü, bu yeni ideolojik formülasyon, yani Kemalizmin vesayetçi bir ideoloji olarak yeniden yorumlanmaya çalışılması, her şeyden önce geçişin genel kabul görmeye başladığının açık bir işaretidir. Diğer taraftan da, CHP’nin çok partili hayata geçişin önderliğini elden bırakmak istemediğini ifade etmektedir. Ancak, böyle bir noktaya kolay gelinmemiştir. Yönetici siyasal elitin büyük bir kısmı, geçişe açıkça destek olmasa bile, karşı da çıkmamıştır. Aynı zamanda entelektüel faaliyetler içinde olanlar ise, yeni gelişmelere dikkat çekici bir şekilde daha mesafeli yaklaşmışlardır. CHP yanlısı basının yazarları, özellikle baş yazarları (bunlar aynı zamanda partinin yarı-resmi ideologlarıydı), başlangıçta demokrasiye geçişe ya soğuk bakmışlar ya da duyarsız kalmışlardır. Bu anlayış, ancak 1945 yılının sonlarından itibaren değişmeye başlamıştır. Necmettin Sadak’ın Akşam’daki başyazıları, yine F. Rıfkı’nın özellikle Menderes ve Köprülü ile girdiği polemikler, bu duruma iyi bir örnek oluşturur.(6)

    Muhalefet hareketi, iki milletvekilinin 21 Eylül 1945 tarihinde CHP’den ihraç edilmesinden iki gün sonra Celal Bayar’ın milletvekilliğinden istifa etmesiyle, artık yeni bir safhaya girmiş olmaktadır. Gelişmeler, parti içi muhalefetin örgütlü bir siyasal muhalefete dönüşeceği, bunun için harekete geçildiği şeklinde yorumlanmaya başlanmıştır. Zaten muhalif basının yoğun desteğini arkasına alan takrirciler de, örgütlenme çalışmalarını büyük ölçüde tamamladıktan sonra, 7 Ocak 1946 günü DP’nin resmen faaliyete geçtiğini açıklamışlardır.

    DP’nin Demokrasiye Geçiş Stratejisi ve Önemi

    Milli Kalkınma Partisi’nin ilk muhalefet partisi olarak Temmuz 1945’te ortaya çıkması, Türkiye’de muhalefet partilerinin kurulabileceğini göstermesi bakımından önem taşır. DP’nin kuruluşu ise, geçişin sürekliliği ve niteliği açısından bir dönüm noktasını ifade eder. En başta da, çok partili siyasete geçiş sürecinin artık geri dönüşün çok zor olduğu bir kulvara girdiğini gösterir. Bunun yanı sıra, CHP’ye muhalefet edebilecek, onunla boy ölçüşebilecek bir siyasal örgüt imajına sahip olduğu için, muhalif potansiyelin harekete geçmesini kolaylaştıran bir işlevi daha bulunmaktadır.

    DP’nin kuruluşunun, doğrudan CHP yönetimi ve cumhuriyet açısından taşıdığı önem ise daha hayatidir. CHP’yle aynı gelenekten gelen bir hareketin, yakın geçmiş ile birlikte demokrasiye geçişin önderliğini ve sorumluluğunu da paylaşması, rejime yönelik radikal eleştirilerin daha baştan yöneltil(e)meyeceğinin, dolayısıyla meşruiyet tartışmasının ancak belirli alanlarla sınırlı kalacağının açık bir göstergesiydi. İşte bu durum, sınırlı ama nispeten sorunsuz bir geçiş süreci yaşanmasının temel sebeplerinden biridir.

    Geçiş sürecinin kimliğini belirleyen bir başka kayda değer faktör, DP yönetiminin izlediği, daha doğrusu izlemek zorunda olduğu muhalefet etme biçimidir. Temel stratejinin, kısaca, bir paradoks gibi görünen şu iki yaklaşım arasında ustaca bir denge kurarak, demokratik siyasal rejimin temeli olarak kabul ettikleri makûl bir seçim sistemiyle DP felsefesini iktidara taşımaktan(7) ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Yaklaşımlardan biri, “CHP iktidarı”nı değil ama “devleti kollamak” anlamında siyasal elit arası çatışmaların toplumsallaşmasını (yaygınlaşmasını) engellemek, yani “sistem krizi” yaratmamaktı. Diğeri ise, kitlelerin hislerine ve taleplerine tercüman olmak, toplumsal güveni hayal kırıklığına dönüştürmemekti. 1950 seçimlerinin sonuçları, DP yönetiminin bu iki konuda bir hayli başarılı olduğunu, en azından böyle bir imaj yarattığını göstermektedir.

    Bu siyasal muhalefet stratejisinin niteliğini kavrayabilmek bakımından, DP’nin iç yapısına, özellikle stratejinin parti içi dengeler üzerindeki yansımalarına değinmek yararlı olacaktır. Zaten DP bünyesinde gelişen parti içi muhalefetin temel dayanağı, “dörtlü takrirciler”in kontrolü altındaki parti yönetiminin yukarıda özetlenen temel tutumu olmuştur. Temmuz 1946’daki genel seçimlerden sonra kurulan Recep Peker hükümetinin izlediği siyasal muhalefeti yıldırma ve geçişi askıya alma çabaları karşısında, parti içi muhalefetin sert eleştirilerde bulunması üzerine,(8) DP üst yönetimi ana stratejiden taviz vermeyerek muhalefeti dışlamışlar; bunu da muvazaa eleştirilerini göze almak pahasına yapmışlardır.

    DP yönetiminin demokrasiye geçiş döneminde izlediği stratejinin bir diğer boyutunu, 1946 ve 1950 seçimleri arasında yapılan bütün yerel ve genel ara seçimlere katılmamak oluşturur.(9) Ana muhalefet, ara seçimleri boykot ederek, “demokratik protesto”, daha doğrusu pasif direniş yoluyla CHP iktidarının ciddi bir meşruluk sorunu bulunduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. DP yönetiminin bu politikasında büyük ölçüde başarılı olduğu görülmektedir. Çünkü, CHP bünyesindeki tartışmaların ve hükümetlerin sık sık değişmesinin kökeninde yatan sebeplerden birini, ara seçimlerdeki düşük oy oranları oluşturmaktadır. Gelişmeler, iktidar ve muhalefetin büyük ölçüde uzlaşması sonucunda ortaya çıkan ve 1950 seçimleri arifesinde yürürlüğe giren yeni seçim kanununun kabulüyle noktalanmıştır.

    İktidardaki Demokrat Parti: Siyasetin Tabanının Genişlemesi

    1950 seçimleri ve DP iktidarı, hangi bağlamda ele alınırsa alınsın hem ekonomi hem de demokrasi tarihimiz açısından bir dönüm noktasıdır. Halk, DP’nin öncülüğünde 27 yıllık CHP iktidarını değiştirerek, sosyal ve ekonomik politikalarını onaylamadığını göstermiştir. DP yönetimi ise, bu önemli değişikliği “rejim boyutu”na taşımayarak sürekliliği sağlamış ve böylece Cumhuriyet’in kurumlaşmasına katkıda bulunmuştur. Diğer taraftan, siyaset üslûbunda ve ekonomik politikalarda değişiklikler yapılarak demokrasinin ve ekonominin toplumsallaşmasında ciddi bir mesafe alınması sağlanmıştır.

    Aşağıda DP’nin iktidardaki yaklaşımları bu çerçevede ele alınmaya çalışılmaktadır. Ancak, 1950-1960 dönemi boyunca DP hükümetlerinin temel politikalarının ayrıntılı bir analizi değil, demokrasinin gelişiminden önemli engeller olarak görülen bazı sosyo-politik ve ekonomik sorunlarla/yapılarla ilgili politikaların bir değerlendirilmesi yapılacaktır. Bunlar arasında şüphesiz asker-sivil bürokrasinin konumu ile devletçi sosyo-ekonomik politikaların ayrı bir yeri vardır. Zira, bu tür konulara yaklaşım tarzı, demokrasinin/siyasetin sosyal temelleri sorunuyla ve demokrasi anlayışıyla yakından ilişkilidir.

    Ekonomi Politikaları ve Demokrasi

    Demokrasinin kurumsallaşması, ne tek başına siyasal kuralların ve kurumların çoğulcu bir yapıya uyarlanmasıyla ne de demokratik bir siyaset yapma pratiğinin geliştirilmesiyle mümkün olabilir. Aynı zamanda “ekonominin demokratikleşmesi”ne, başka bir deyişle, ekonomi üzerindeki resmi ve özel tekellerin en aza indirgendiği, refahın yaygınlaştığı bir sosyo-ekonomik zemine ihtiyaç vardır. Sonuçta bütün bunlar birbirlerini etkiler ve tamamlar. DP dönemine bu bağlamda bakıldığında, ekonomi alanındaki gelişmelerin siyasal alandakinden daha önemli olduğu görülmektedir. Zaten DP yönetiminin, 1950’li yılların ikinci yarsında siyasetteki otoriter yönelimlerini gölgeleyebilmek amacıyla bu noktaya özellikle vurgu yapmaya başlaması boşuna değildir.

    DP’nin iktisadi programına ve politikalarına baktığımızda, anti-devletçilik söylemi ile tarım/köylü siyasetinin ağırlığı kendini hemen gösterecektir. Ve hatta biraz daha ileri giderek, bu iki konuya yapılan vurgunun DP’nin sosyo-ekonomik politikalarının temelini oluşturduğu bile söylenebilir. Bunun aksini düşünmek zaten mümkün de değildir. Çünkü, tek- parti rejiminin bilhassa II. Dünya Savaşı yıllarındaki devletçi/bürokratik politikalarından bunalmış bir toplumu seferber etmenin en esaslı yollarından biri buydu. Partili elitler, bunun için, DP’nin kuruluş çalışmalarının yürütüldüğü günlerden itibaren CHP’nin devletçilik politikalarını sürekli eleştirmişler, tarımın desteklenerek köylünün zenginleşmesinin önemini vurgulamışlardır. Örneğin Adnan menderes, 1946 yılında Kütahya’da yaptığı konuşmada devletçilik eleştirisini siyasal bir boyut da ekleyerek şöyle formüle etmektedir:

    “Devletçiliğin sanayide tatbiki ise yanlış yollarda yürümektedir. Sanayimizin kuruluşunda, memleketin umumi ve iktisadi gelişmesi esas olarak alınmak icap ederdi. Bizde sanayinin her zümresinde temel kaida, memleket, zirai mahsullerini ve ham maddelerini kıymetlendirecek müstahsilin eline fazla para geçmesini, diğer taraftan da müstahsilin mamul maddeleri ucuza maletmesini sağlamak olmalıydı. Sanayimizin işletmesinde hakim olan prensipler ve iktidar partisinin zihniyeti, bir nev’i devlet kapitalizmine sapılmasına sebep olmuştur…Halk Partisi, devletçiliği iktisadi sahada bir nev’i otorite kurma ve hakimiyet tesis etmek maksadıyla kullanmıştır….”(10)

    Menderes’in ortaya koyduğu bu görüşler, daha sonraki tarihlerde tekrar dile getirilmiş ve hükümet programlarında yer etmiş görüşler olarak değer taşımaktadır. 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren ekonomik canlanmanın yavaşlayıp enflasyonun artması üzerine gündeme gelen plansız-programsız bir ekonomik politika takip edildiği şeklindeki eleştiriler karşısında, Menderes, planlı kalkınma anlayışını prensip düzeyinde reddeden bir yaklaşım sergilemektedir. Meselâ, 1958 Bütçe müzakereleri sırasında yaptığı bir konuşmada konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir:

    “Biz, hususi sektörü bir plana bağlayacak bir zihniyete sahip olmadığımızı Birinci Adnan Menderes Kabinesi programında belirtmiş bulunuyoruz. Biz o programda devlet bütçesinden yapılacak yardımlarda İktisadi Devlet Teşekküllerinin yapacakları yatırımlar bir programa bağlanır demiştik. İşte, bizim program ve plan anlayışımız budur...”(11)

    DP dönemindeki devletçiliğin yumuşatılması, tarım sektörüne ve köylüye desteğin arttırılması politikalarını, hiç şüphesiz ulaşım politikaları tamamlar. 1950’lerde hızla gelişen karayolları ağının, ekonomik olduğu kadar, sosyo-politik bir boyutu da bulunmaktadır. Bir taraftan pazara ürün ulaştırma ve dolayısıyla kolayca satmak mümkün hale gelmiş; diğer taraftan kentle olan sosyal ilişkilerin yoğunlaşmasına zemin hazırlamıştır. Karpat, 1950’li yıllarda kaleme aldığı Türk Demokrasi Tarihi isimli eserinde bu politikanın sonuçlarını önemle vurgulamaktadır:

    “Köylülerin şehirlerle olan münasebetleri artık daha rasyonalist bir temele dayanmaktadır. Malların mübadelesi, kâr gayesiyle, para esası üzerinden yapılmaktadır. Mal mübadelesi eskiden esas itibariyle sınırlı sayıda birkaç köy arasında cereyan ederken, bugün artık şehir ve kasabalar mübadele merkezi olmuşlardır. Ulaştırma vasıtalarının çoğalması ve 1949’dan beri uygulanan mükemmel bir yol inşaat programı, köylerin şehirlere yakınlaşmasında rol oynamıştır. Bu sebeplerden ötürü köylü bugün daha ferdiyetçi, daha girişken olup menfaatlerini daha iyi bilmektedir…”(12)

    Böyle bir sosyo-ekonomik yapının sağlıksız da olsa gelişmeye başlamasının, “demokrasinin toplumsal zemini”nin sağlamlaşması bakımından, esaslı bir adım olduğuna kuşku yoktur. Çünkü, devletin denetimsiz gücünün/etkinliğinin görece azalması, buna karşılık ülke nüfusunun en büyük kesimini oluşturan köylü sınıfın hem ideolojik bağlamda, hem de ekonomik olarak güçlenmesi, siyasetin toplumsallaşmasına katkıda bulunmuş; demokrasinin öneminin kitlelerce kavramasında rol oynamıştır. Bütün bunlar, sonuç olarak, sistematik biçimde geliştirilip kapsamlı bir stratejiye dönüşmemiş olsa bile “orta sınıf” yaratmak ve güçlendirmek konusundaki bir düşüncenin ürünleriydi. Orta vadede ise, güçlü ve istikrarlı bir demokrasi inşa etme açısından önem arz ediyordu.

    Bürokrasi, Siyaset ve Demokrasi

    “Vaktiyle Osmanlı devleti denildiği zaman saray ve onun etrafında toplanmış kapı kulu, gedik sahipleri ve vilayetlerdeki eşrafın anlaşılması gibi, Halk Partisi sisteminde de seneler geçtikçe iktidarın etrafında koskoca bir zümrenin adeta devletleştiğine şahit olduk. Böyle bir devlet anlayışının ilk neticesi memuriyet kadrolarını alabildiğince genişletmek ve bu suretle mümkün olduğu kadar geniş ve okumuş vatandaş kitlesini iktidarın emrinde ve onun maişetiyle bağlı hale getirmek oldu. Buna muvazi olarak da iktisadi hayatın memurlaştırılması gayretleri sarf olunuyordu. Bu suretle daha çok sayıda vatandaşı işleriyle güçleriyle iktidara bağlamak imkanı elde edilmiş olacaktı.” (13)

    Menderes’in 1947 yılında yaptığı bir konuşmadan alınan bu pasaj, önemini 1950’li yılların başına kadar koruyan aydın-bürokrasi hegemonyasının genel bir eleştirisi gibidir. DP’liler, güçlü ve ayrıcalıklı bir bürokrasinin varlığını sadece iktisadi gelişmenin değil, çok partili siyasetin önündeki temel engellerden biri olarak görüyorlardı. Zaten bunda şaşılacak bir yan yoktur. Çünkü tarih boyunca “iktisadi devletçilik” ile “güçlü ve hakim bürokrasi” birbirlerini besleyen ve tamamlayan unsurlar olmuştur.

    Türkiye’de tek parti rejiminin keskinleştiği 1930’lu yıllarda bürokrasinin sadece siyasal süreçteki değil, ekonomik politikalardaki rolünün de giderek arttığı açıkça gözlenen bir olgudur. Bu dönemde bürokrasinin belirlediği alanda ve şekilde ekonomik faaliyette bulunabilen ticari ve zirai nüfus, daha sonra DP’nin doğal müttefikleri olarak siyasal hayatta aktif bir rol üstlenmiştir. Bürokrasinin etkinliği, çok partili hayata geçiş sürecinde ekonomik alanda gerilerken, siyasal alanda nitelik değiştirerek devam etmiştir. Yeni rolü, iktidar partisinin (CHP’nin) faaliyetlerini özellikle taşrada destekleme, muhalefetin gelişmesini ise engelleme şeklinde kendini göstermeye başlamıştır.(14) Sonuçta bütün bu politikalar, bürokrasiye karşı genel bir husumet duygusunun oluşmasına hizmet etmiştir. Bunun göstergelerinden biri, DP’ne aktif destek veren mahalli ve milli siyasal elitin mesleki kompozisyonunda, serbest meslek mensupları ile ticaret ve sanayi erbabının ağırlıklı bir yere sahip olmasıdır. Yine DP kongrelerindeki bürokrasi eleştirileri, parti yönetimine gönderilen “CHP’li bürokrasi”ye karşı önlem alınması konusundaki talepleri içeren mektuplar, (15) bürokrasi karşıtı toplumsal tepkinin diğer önemli göstergeleridir.

    DP yönetiminin böyle bir tablo karşısında yapması gereken, bürokrasiyi en azından yasal sınırlar içine çekmek, idari görevleri dışında başka bir misyon yüklenme fırsatı tanımamaktadır. DP hükümetinin, 1950 seçimleri sonrasındaki ilk icraatlarından birini bürokrasiye yönelik düzenlemelerin oluşturması bu yüzdendir. Bunlar arasında, özellikle “partizan” olarak görülen bürokratların görevlerine son verilmesi, bürokratlara ayrıcalıklı bir mevki kazandıran mevzuatın elden geçirilmesi dikkat çekmektedir. 1950’li yıllarda, geleneksel mülki idare sisteminin eski etkinliğini kaybetmeye başladığı, üst düzey görevlere teknik eğitim görmüş kişilerin de getirildiği bir idari yapı ortaya çıkmıştır.(16)

    Bürokratik örgütlenme alanındaki bu gelişmeler, siyaset - toplum ilişkilerindeki yeniden yapılanma süreciyle birbirini tamamlayan bir tablo oluşturmaktadır. Çünkü, DP yönetimi, tek-parti döneminin aksine, gayri-resmi patronaj ilişkilerine (parti patronajına) daha çok önem vermiş ve dolayısıyla bürokrasinin toplumla devlet arasındaki rolünü sınırlandırmıştır. İlkay Sunar, bu dönüşümü, yani DP’nin patronaj ilişkilerini parti ve meclis ekseninde yoğunlaştırmasını, bürokrasiyi kuşatan alternatif bir sistem kurması olarak değerlendirmektedir.(17)

    Bürokrasinin 1950 sonrasında ciddi bir prestij ve güç kaybına uğramasının, çeşitli rahatsızlıkları beraberinde getirdiği gözlenmektedir. İktidardaki siyasal elitin bürokratik elitle yollarının ayrılması üzerine CHP yönetimi bürokrasinin hamisi rolünü üstlenmeye başlamıştır. Daha 1951 yılında toplanan IX. CHP Büyük Kongresinde kabul edilerek yayınlanan beyannamede bu soruna yer verme ihtiyacı duyulmuştur:

    “Devlet bir parti müessesesi ve partizanlar sömürgesi olmamalıdır. Amme müesseseleri ve memurlar milletin hizmetindedirler. Bunlar, yalnız kanunların emir ve emniyeti altında bulunmalıdırlar. İdare cihazı ve iktisadi müesseseler siyasi parti baskı ve müdahalelerinden kurtarılmalıdır…”(18)

    Bu tür eleştirilere Başbakan Adnan Menderes’in verdiği cevap, bürokrasi olgusunun nasıl algılandığını göstermesi bakımından da önem taşımaktadır.

    “Memurlarımız ancak bulundukları hizmetlerin hususiyetine göre hükümlere tabi olurlar ve bu hükümler bir imtiyaz manasına gelmez…Bu memlekette daha yakın zamanlara kadar totaliter bir idarenin hüküm sürmüş olduğu ve devlet memurlarının büyük çoğunluğunun böyle bir idarenin gereklerine ve isteklerine göre yetiştirilmeye çalışılmış bulunduğunu hatırlatmak, bu günkü vaziyetin ne derecede memnuniyeti mucip bulunduğunu derhal kavramak için kafi gelir sanırız.”(19)

    Buna karşılık olarak sivil bürokrasi ise yeni siyaset sınıfına ve siyasete “elitist” yaklaşmakta, onu küçümsemektedir. 1950’lerdeki siyaset “politikanın sokağa (ayağa) düşmesi” olarak tanımlanmış ve siyasi elitin bürokratik mekanizmadan çok, iş adamları ve geniş halk kitleleri ile temasta olduğundan şikayet edilmiştir.(20) Entelektüel elitin bakışı da bürokratik elitin bakışından pek farklı değildir. Karpat’ın cümleleriyle ifade edecek olursak; çoğu Cumhuriyet devrinde yetişmiş olan aydınlar, memleket davalarının yeni bir anlayışla ele alınmasını istemekte, Demokratların pragmatik politikasına tepki göstermektedirler. Aydınların amacı, Türkiye’de politikanın başlıca niteliği haline gelmiş olan muhafazakârlığın ve hissi davranışların yerine akılcılığı koymaktır.(21)

    1950’lerde aktif politikanın içinde yer almış olan Turan Güneş ise bu konuyla ilgili bir değerlendirmesinde, yeni dönemi ve elitlerin bakışını şöyle yorumlamaktadır:

    “… Arapça ezan gibi birçok konuda DP’nin en basit, en kolay, en demagojik yolları seçtiği söylenebilir. Ama bu olayın çıplak gerçeğini ortadan kaldıramaz. Türkiye ilk kez bir çeşit sivil topluma yöneliyordu. Yahut bir başka deyimle, halk şimdiye değin yabancısı bulunduğu iktidarı ele geçiriyor veya etkileyebiliyordu.

    Bunun sonucu, bu kez seçkinlerin yeni iktidar modeline yabancılaşması olmuştur. Seçkinler, kendilerini aşan, kendi değer yargılarına ters düşen ve çağ dışı saydıkları bu modeli bir türlü kabul edememişler, daha doğrusu böyle bir toplumda yerleri ve işlevlerini saptayamamışlardır.”(22)

    Toparlamak gerekirse, sonuçta ortaya şöyle bir ikili yapının çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır: Bir tarafta, sosyo-ekonomik gücü ve prestiji giderek artan ticaret-sanayi erbabı ve köylü sınıfı ile birlikte DP; diğer tarafta ise prestijini ve ayrıcalıklı statüsünü yitirmeye başlamış bir sivil-asker bürokratik elit ile onun sözcüğünün üstlenmiş CHP yönetimi. Bu iki “blok” arasındaki amansız rekabet ister istemez dönemin hem siyasal söylemini hem de pratiğini şekillendirmeye başlamıştır. Behice Boran bu konuda biraz daha ileri giderek, DP döneminde siyasal muhalefetin rejim meselesini ortaya atışını, hukuk devleti, yargıç teminatı, planlı ekonomi tezlerini savunmasını devlet ve onunla birlikte yönetici kadroyu tekrar topluma hakim ve nazım kılma çabalarının bir ifadesi olarak yorumlamaktadır.(23)

    Tabii makro siyasetin bu şekilde iki ayrı eksen üzerine oturmaya başlaması, tek parti deneyimi ve sonrasındaki gelişmelerin kaçınılmaz bir sonucuydu. Ancak, bu sonuç, yani bürokrasinin topluma ve rejime hakim olmasından, partinin bürokrasiye hükmetmesi yönündeki bir evrimin yarattığı cepheleşme, ne iktidarın ne de muhalefetin tek başına yol açtığı bir sonuçtur. Böyle bir evrim, bürokrasinin yeni bir “siyasallaşma girdabı” içine sokulmaması şartıyla, demokrasinin yerleşebilmesi açısından bir zorunluluktu. Çünkü, bürokrasinin bir hayli ayrıcalıklı statüye sahip olduğu ve kendine ideolojik ve siyasal misyon atfettiği bir yapıyla, demokratik bir siyasal/idari sistemin bağdaşması mümkün değildir. Bürokrasinin fonksiyonları, profesyonel bir örgüt olarak yürütme organının yardımcısı pozisyonundan öteye geçtiği andan itibaren demokrasi yara almaya başlamış demektir.(24)

    1950’li yılların sonunda siyasetin tıkanmasında, yukarıda ifade ettiğimiz iki “cephe” arasındaki mücadelesinin giderek uzlaşmanın dışlandığı amansız bir kavgaya dönüşmesinin payı çok büyüktür. Asker-sivil bürokratik elit ile entelektüel elitin 1950’lerdeki DP politikalarına 27 Mayıs Darbesiyle verdiği cevap, demokrasi yolunda alınan mesafenin önemini azaltmış, yeni sosyo-politik gerilimlerin tohumlarını ekmiştir.

     Demokrat Parti Sonrasında “DP”: “1946 Ruhu”

    DP dönemi, gerek hükümet icraatları gerekse tartışma konuları açısından gündemdeki sıcaklığını uzun yıllar boyunca koruyan bir devir olarak önem taşımaktadır. Bu bağlamda, DP’nin, 27 Mayıs darbesinden sonra kapatılmasına rağmen Türk demokrasisi/siyaseti üzerinde bıraktığı izlerin derin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İşte “1946 Ruhu”, “DP sonrasındaki DP”nin varlığına işaret eden, DP’nin bıraktığı mirası sembolize eden bir ifade biçimi olarak siyasal jargonumuzda yer etmiştir.

    DP hareketinin 1960 sonrası Türk siyasal hayatına bıraktığı mirasın en esaslı kısmını, siyasetin halkoyu üzerine oturması, adil seçimlerin saygınlığı, popülist kalkınma söylemi ve politikaları, özellikle de özel girişimciliğin önemi ve son olarak katı laiklik yaklaşımından arındırılmış bir cumhuriyetçilik anlayışı gibi prensipler oluşturur. Reşat Kasaba’nın belirttiği gibi, DP politikalarının bu ayırt edici vasıfları, o tarihten bu güne kadar merkez sağ’ın siyasi yelpazedeki konumunun temel belirleyenleri olmuştur.(25)

    Merkez sağdaki partilerin, hemen 27 Mayıs’ın akabinde, hem de Milli Birlik Komitesi yönetiminin yoğun karalama kampanyalarına rağmen “DP mirası” üzerine oturma çabası içine girmiş olmaları, şaşırtıcı değil bilakis öğreticidir. Bu olgu, özellikle şu iki şeyin göstergesi olmuştur: İlk önce, toplumsal bir tekâbüliyeti olan siyasal duruşların ve/veya yapıların tepeden inmeci bir şekilde değiştirilip manipüle edilemeyeceğini, diğer bir deyişle yok sayılamayacağını göstermiştir.

    Çıkarılacak ikinci ders, DP’nin seçmen desteğinin salt bir tepkiyle ya da “tarihi yanılgı” gibi küçümseyici tanımlamalarla açıklanamayacağını, tercihin bazı somut saiklere dayandığını ortaya koymuş olmasıdır. Gerçekten, 1960 sonrasındaki siyasal gelişmeler, DP seçmeninin partisine olan bağlılığının sadakat derecesinde olduğunu, bunun da ancak toplumsal ve tarihsel bazı sebeplerden kaynaklanabileceğini göstermektedir. Aksi halde, DP’li siyasal kadroların uzun yıllar parti geleneğine bağlı kalmalarını ve siyasal hayatta aktif bir şekilde yer almış olmalarını açıklamak zorlaşacaktır.

    Sonuç Yerine: Demokratikleş(e)me(me) Sorununun Bir Anahtarı Olarak İktidar-Muhalefet İlişkileri

    Türkiye’de demokratikleşme süreci, 1950 seçimleri ile birlikte, 1946 seçimleri ve sonrasının bazı olumsuz izlerini silerek ümit verici bir aşamaya girmişti. En önemli gelişme, şüphesiz ki bürokrasinin ayrıcalıklı konumunun değişmeye ve siyasetin kendi doğal (sosyolojik) tabanı üzerine oturmaya başlamasıdır. Ümit vaat eden ikinci husus ise, demokrasinin bir ideal olarak kazandığı saygınlıkla ilgilidir. Demokrasi, bu dönemde retorik boyutuyla ön plana çıkmış olmasına rağmen, hakim bir paradigma haline gelmiş; iktidar muhalefet arasındaki tartışmaların temel referans kaynağını oluşturmuştur. Ancak, siyasal aktörler, demokratikleşme sürecinin 1950’li yılların sonlarına gelindiğinde ilk ciddi krizle karşılaşarak tıkanmasına engel olamamıştır. Gelişmeler, 1945 yılından itibaren demokratikleşme yolunda katedilen mesafenin anlamını büyük ölçüde yitirmesine sebep olan, diğer bir değişle kilometrenin sıfırlanmasını ifade eden 27 Mayıs darbesiyle noktalanmıştır.

    Daha önce belli başlı sosyo-ekonomik ve sosyo-psikolojik sebepleri (kaynakları) üzerinde durulan DP dönemindeki gerilimlerin, burada siyasal alandaki yansımaları olan iktidar-muhalefet ilişkileri üzerinde durmak istiyorum. Bu ilişkilerin, genel karakteristikleri yanında, özellikle sonuçları üzerinde durmak önem arz etmektedir. Çünkü, siyasal aktörlerin 1950’lerdeki ilk ciddi sınavı başaramamasının sebeplerinin irdelenmesi, bize demokratikleşme sürecinde yaşanan tıkanıklıkların anlaşılabilmesi bakımından yol gösterici olacaktır. Demokrasinin yerleşebilmesinin iktidar-muhalefet ilişkilerinin sağlıklı bir zemine kavuşabilmesine bağlı olduğu hatırlandığında, bu açıklama çabasının daha çok önem kazandığına şüphe yoktur.

    Türkiye’de iktidar-muhalefet ilişkileri sorunu, siyasetin tarihsel açmazlarından biri olarak hayatiyetini hep korumuştur.(26) 1950’li yıllarda da siyasal hayatta ortaya çıkan sorunların, özellikle uzlaşmacı demokratik bir siyasal kültürün kök salamamasının temel sebeplerinden biri, hiç kuşkusuz iktidar ile muhalefet arasında karşılıklı güvene dayalı bir işbirliği ve rekabet anlayışının geliştirilememiş olmasıdır. Yani, demokratikleşme sendromunun temelinde, siyasal aktörlerin birinci derecede sorumluluk sahibi olduğu alanlardan, başka bir deyişle bizatihi “siyaset”in kendisinden kaynaklanan sorunlar önemli bir yer tutmaktadır.

    Sağlıklı ve istikrarlı bir diyalog ortamının inşa edilememesinin sebeplerini çok yönlü olarak tartışmak, tabii ki başka bir ayrıntılı incelemenin konusudur. Ama yine de DP dönemi ekseninde bazı genel değerlendirmeler yapmak mümkündür. Böyle bir tahlilde anahtar kavram, kuşkusuz demokrasi olacaktır. Başlangıç olarak da şu soruları sormak gerekir: Siyasal aktörler demokrasi kavramına nasıl bir anlam yüklemişlerdir Rakiplerince nasıl algılandığını düşünmüşlerdir Nasıl bir siyasal rekabet üslûbu benimsemişlerdir Bu soruların cevapları dikkate alındığında, ortaya birbirinden oldukça farklı içeriği bulunan demokrasi ve siyaset anlayışlarının çıktığı görülmektedir. Her şeyden önce, demokratik rejimlerde iktidar ile muhalefetin bir bütünün parçaları olduğu anlayışının yeterince gelişip yer etmediği anlaşılmaktadır.

    Bu çerçevede DP’li elit, iktidarının arkasındaki genel oyu demokrasinin tecelli ettiği yegâne alan olarak görme konusunda güçlü bir eğilime sahiptir. Seçmen desteğinin Rousseau’nun “genel irade yaklaşımı”nı çağrıştırır bir biçimde yorumlanması, muhalefetin faaliyetlerinin meclis gibi dar bir alana sığdırılması gerektiği düşüncesini beraberinde getirmiş; buna karşılık iktidara ise oldukça geniş bir hareket alanı kalmıştır. Genelde demokrasinin özelde iktidar ve muhalefetin bu şekilde algılanışı, siyasal iktidara yöneltilen her türlü ciddi eleştirinin, aynı zamanda milli iradeye karşı bir meydan okuma olarak tanımlanmasını mümkün kıldığı için, çok önemlidir.

    Yine, DP politikalarına yöneltilen eleştiriler karşısında 1946 seçimleri ve öncesinin olumsuz örneklerinin temel alındığı, yani her fırsatta CHP’nin otoriter geçmişine atıfta bulunan bir siyasal savunma söyleminin geliştirilmesi, demokratik bir mücadele ortamının şekillenişinde sınırlayıcı bir rol oynamıştır. Çünkü böyle bir yaklaşım, 1950 sonrasının yeni bir dönem olduğu, DP’nin kurulduğu andan itibaren demokrasiyi geliştirmek gibi bir ana misyonu üstlendiği gerçeğinin göz ardı edilmesiyle, en azından yeterince ciddiye alınmamasıyla aynı anlama gelmektedir. İkinci olarak da, CHP’nin otoriteryen sicili sebebiyle demokrasi adına konuşma hakkının bulunmadığı imâsını içermekte ve dolayısıyla muhalefetin sürekli olumsuzlanmasını mümkün kılabilecek bir bakış açısına dayanarak oluşturmaktadır. Bütün bunlar, sonuçta sığ bir siyasal rekabet anlayışını besleyen düşünce iklimine dönüşmektedir.

    Ana muhalefet partisi ise, DP’nin iktidara gelişini, demokratikleşme sürecinin doğal bir sonucu olmaktan çok, kolektif bir yanılgının ya da salt bir tepkinin ürünü olarak yorumlamış, açıkçası içine sindirmekte bir hayli zorlanmıştır. Bu önyargı, CHP’li siyasal elitin -en azından belirli bir kısmının- bilinçaltında, DP iktidarını gayri-meşru görme bakımından güçlü bir eğilimin varlığına işaret ettiği için önemlidir. Ayrıca, geleneksel bürokratik yönetim anlayışıyla örtüşmeyen DP politikalarının hemen hemen hepsinin rejim eksenli temel bir sorun olarak algılanıp eleştirilmesi, iktidarla muhalefet arasındaki diyalog imkânlarını zayıflatan ve zamanla da ortadan kaldıran bir başka faktör olmuştur. Kısacası, iktidarın gözünde muhalefetin, muhalefetin gözünde iktidarın sürekli tartışmalı ve hatta gayri meşru bir konumda bulunmasının oluşturduğu “meşruluk sarmalı”, siyasal hayattaki tıkanma ve gerilimlerin belli başlı kaynaklarından biridir ve önemini bugün de büyük ölçüde korumaktadır.

    DİPNOTLAR

    1- Geçiş sürecinin ayrıntılı bir analizi için bkz: Esat Öz, “Türkiye’de Demokrasiye Geçiş Süreci, 1944-1950”, Liberal Düşünce, Yaz 1996, Sayı: 3, s.61-83.

    2- O. Murat Güvenir, II. Dünya Savaşında Türk Basını, İstanbul, 1991, s. 197-207.

    3- Dörtlü, takririn metni için bakınız: Rıfkı Salim Burçak, Türkiye’de Demokrasiye Geçiş 1945-1950, Ankara 1979, s.241-244.

    4- Örnek olarak bkz: A. Menderes, Başbakan’ın demeci münasebeti ile Vatan, 18 Eylül 1945.

    5-Yeni ideolojik formülasyon, CHP’nin demokrasiye, kurulduğu andan itibaren taraftar olduğu ve II. Dünya Savaşı son bulduğunda kendi isteğiyle demokrasiye geçtiği şeklindeki tezler üzerine inşa edilmiştir. Bu doğrultuda değerlendirmeler için bkz: Esat Öz, “Türkiye’de Tek Parti Yönetimi, Çok Partili Siyasal Hayata Geçiş ve Vesayet Kavramı”, Türkiye Günlüğü, Nisan 1989, Sayı: 1, s. 21-24, Öz, y.a.g.m., s.64 ve75. Aynı temayı karşılaştırmalı bir yaklaşımla ele alan teorik bir tartışma için bakınız: Conway W. Henderson, “Underdevelopment and Political Rights: A Revisionist Challange”, Government and Opposition, Summer 1971, s. 277-292.

    6- Tekin Erer, Türkiye’de Parti Kavgaları, İstanbul, 1966, s. 214-222

    7- Bunu hızla kalkınan ve refah içinde yaşayan bir Türkiye, bir “küçük Amerika” yaratmak hedefi takip etti. Başka bir deyişle, birincisi muhalefetteki DP’nin, diğeri ise iktidardaki DP’nin temel hedefiydi.

    8- DP içindeki muhalefetin görüşleri ve faaliyetleri konusunda bkz: Samet Ağaoğlu, Siyasal Günlük: DP’nin Kuruluşu, İstanbul,1992, Müstakil Demokratlar Grubu, Demokrat Parti Kurucuları Bu Davanın Adamı Değildir, Ankara, 1949.

    9- Farklı bir yorum için bkz: Kemal Karpat, Türk demokrasi Tarihi, İstanbul,1967,s. 195- 196.

    10- Şükrü Esirci(Haz.), Menderes Diyor ki…, Birinci Kitap, İstanbul, 1961,s.65-66.

    11- Başvekil Adnan Menderes’in 1958 Bütçe Müzakerelerindeki Konuşmaları, Ankara, 1958, s. 7.

    12- Karpat, a.g.e., s. 293. dipnot 45, Karpat aynı yerde aydınların, köylülerin siyasal bir kuvvet olarak ortaya çıkışını endişe ile karşıladıklarını belirtmektedir.(s.294,dipnot 47).

    13- Esirci, a.g.e., s. 95.

    14- Dönemin bürokratlarından Ziya Çoker’in anılarında bu çerçevede somut örnekler yeralmaktadır. Bakınız: Ziya Çoker, Yönetim ve Siyaset: Bir Valinin İl Yönetimine İlişkin Görüş ve Anıları, Ankara, 1996, s. 66-69. Yine 12 Temmuz Beyannamesinin ortaya çıkışında bürokrasinin tutumundan duyulan rahatsızlıkların önemli bir payı bulunduğu unutulmamalıdır.

    15- Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1944-1980), (Çev. A. Fethi), İstanbul, 1995, s.107.

    16- Gencay Şaylan, “Günümüz Mülki Amirlik Sistemini Nitelendiren Bir Eğilim: Siyasal-Yönetsel Yapı Bütünleşmesi”, K. Fişek (Ed.), Türkiye’de Mülki İdare Amirliği, Ankara, 1976, s. 48-49. Bu gelişmeleri, Doğu Ergil ise, “devletin gücünü oluşturan koalisyonda bürokrasiden boşalan egemen yeri bir dış güç –ABD- doldurdu. Artık devlet aygıtı yerli ve yabancı girişimciler tarafından kontrol ediliyordu” şeklinde, hayli keskin bir bakış açısıyla yorumlamaktadır. Bkz. Türkiye’de Toplumsal Gelişme Siyasal Bunalım, Ankara, 1978, s. 45.

    17- İlkay Sunar, “Demokrat Parti ve Popülizm”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Anksiklopedisi, Cilt:8, İstanbul, s.2083.

    18- Suna Kili, 1960-1975 Döneminde CHP’nde Gelişmeler, İstanbul, 1976, s.115.

    19- Mustafa Doğan, Adnan Menderes’in Konuşmaları, cilt 2, 1957, s.32.

    20- Metin Heper, Bürokratik Yönetim Geleneği: Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Gelişimi ve Niteliği, Ankara, 1974, s.138.

    21- Karpat, a.g.e., s.377. Ayrıca bakınız: Heper, a.g.e., s. 131-134.

    22- Turan Güneş, Araba Devrilmeden Önce, İstanbul, 1983, s.102-103.

    23- Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, İstanbul, 1970, s.47.

    24- Demokrasilerde bürokrasinin konumu, bürokrasi-siyaset ilişkisi konusunda ayrıntılı tartışmalar için bakınız: Paul H. Appleby, “Public Administration and Democracy” Syracuse, 1965, s.333-348; Eva Etzioni-Halevy, Bureaucracy and Democracy, London, 1985.

    25- Reşat Kasaba, “Türkiye’de Popülizm ve Demokrasi,” Mürekkep, Kış-Bahar 1996, Sayı: 6, s. 11. Ayrıca bakınız: Sunar, a.g.m., s. 2086.

    26- Şerif Mardin, “Türkiye’de Muhalefet ve Kontrol”, Türk Modernleşmesi, İstanbul, 1991, s. 176-793. Tek Parti dönemindeki iktidar muhalefet ilişkileri konusunda ayrıntılı bilgi için bakınız: Esat Öz, Otoriterizm ve Siyaset: Türkiye’de Tek Parti Rejimi ve Siyasal Katılma, Yetkin Yayınevi, Ankara, 1996.

    (İLK YAYIMLANMA TARİHİ: Türkiye Günlüğü, Yaz 1998)

    Dr. Esat ÖZ - Resmi Web SitesiEsat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik
    Makalenin tümünü yayınlayabilmek için izin alınması zorunludur.
    Kaynak gösterilmek suretiyle kısa alıntılar yapılır.
    Tüm hakları saklıdır © 2007
    En iyi görünüm için IE5.0 ve üzeri bir browser ile 1024x768 çözünürlüğü tercih ediniz.
    Tasarım :
    Esat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik