Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
      
Dr. Esat ÖZ - Resmi Web Sitesi
  • Küresel Güç Savaşları ve     Emperyalist Tehditler
  • Küreselleşme Girdabındaki     Milli Devlet ve Kültürler
  • AB Bağımlılığı ya da Radikal     Batılılaşma
  • Sevr ve Soykırım Tartışmaları     ve Tarihle Yüzleşme
  • Kronik Aydın ve Demokrasi     Sorunu
  •    TÜRK SİYASETİNİN TEMEL AÇMAZI OLARAK KEMALİZM-CUMHURİYET-DEMOKRASİ DENKLEMİ

    Giriş: Denklemin Anlamı ve Önemi 

    Bu makale, Türkiye’de demokratikleşme sorununun tarihi-siyasi kökenleri arasında can alıcı bir noktaya dikkat çekmek için kaleme alındı. Ana tezini, 1920’lerden günümüze kadar yaşanan belli başlı bütün siyasi açmazların arka planında, kritik bir “denklem”in yattığı görüşü oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle, Kemalizm-Cumhuriyet-Demokrasi tartışmalarının şekillendirdiği grift bir denklem, bazen krizleri doğuran bazen de katmerleştiren bir boyuta sahiptir. İşte bu nokta, siyasi kültürümüzün en baskın tarihi özelliklerinden biri olarak  önemini ve hayatiyetini sürekli korumaktadır. 

    Türkiye’de ister siyasetin kendi dinamiklerinin ürettiği kriz süreçleri, ister daha çok siyaset dışı unsurların müdahaleleriyle ortaya çıkan kriz anları mercek altına alınsın, hemen hepsinin kökeninde ortak bir sorunun varlığı karşımıza çıkmaktadır. Bu sorun alanı, hem anahtar hem de kilit işlevi görebilen Kemalizm, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının  sembolize ettiği bir zemin üzerinde biçimlenmektedir. Bu kavramların tarihsel arka planlarıyla birlikte “büyük denklem”e dönüşmeleri ise, kritik siyasi roller ile farklı anlamlar bagajını sürekli taşımak durumunda bırakılmalarından kaynaklanmaktadır. 

    Gerçekten de, bu üç kavramla özdeşleştirilen, bazen Cumhuriyet tarihinin belirli dönemlerine bazen de bütünü üzerine bina edilen keskin siyasi söylemlerin varlığı, meselenin ciddiyetini arttıran bir faktör olmaktadır. Aynı şekilde, düşünce haritamızı biçimlendiren belli başlı tartışma trendleri üzerinde, yine bu kavram ve dönemlerin (denklemin) izleri çok belirgindir, hatta belirleyicidir. Yani düşünce dünyası ile tarih referanslı siyasi söylemler birbirine sımsıkı bağlıdır. Zengin ve özerk bir düşünce hayatının yokluğu, bunun belirli ölçülerde hem sebebi hem de sonucudur. 

    Denklem, Cumhuriyet’in ilanını izleyen yıllarda kurulmuş olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka’yla birlikte ortaya çıkan tartışmalarla şekillenmiş, daha sonra önemini arttırarak kendini hissettirmeye devam etmiştir. Aslında bu iki partinin kuruluşu ve kapanışıyla gündeme gelen tartışmalar, bir temel siyasi tercih olarak Cumhuriyet’in “kendisiyle” değil, muhtevası ve pratiğiyle ilgili olmuştur. Böylece başlayan tartışma, ciddi teorik /felsefi zenginliğe sahip olmamakla birlikte, o tarihten bu yana hep yapıla gelmiştir. Denklem, zaman zaman alevlenen ve daha uzun bir geçmişe sahip olan modernleşme-batılılaşma-gelenek merkezli tartışmalarla ilişkilidir ve bu kimlikle ortaya çıktığı anlar da olmuştur. 

    Aynı şekilde, Kemalizm-Demokrasi-Cumhuriyet merkezli tartışma trendini tamamlayan, bazen de yerine geçen bir başka nokta daha bulunmaktadır. Bu nokta, 20. yüzyıl tarihimizin belirli dönem(eç)lerine atfedilen stratejik önem ve role dikkat çekmektedir. Zamanın iç ve dış dinamiklerinin ürünü olan 1930’lu yılların “Kemalizm”ini, öncesi ve sonrasını da içerecek biçimde “Cumhuriyet” ve “Cumhuriyetçilik”le aynileştiren bakış açısı ile; bazen örtülü bazen de açıkça “Cumhuriyet”i 1919–1923 dönemiyle ya da 1950 sonrasıyla özdeşleştiren ancak bunun dışındaki yaşanmışlıkları yok farzeden bakış açısı, bu konuda iki karşıt kutbu temsil eden ve taraftar bulan yaklaşımları ifade etmektedir. 

    Kısacası, ortada birbiriyle taban tabana zıt tarih okumaları, dolayısıyla farklı  “Cumhuriyet(çilik)ler” bulunmaktadır. Meseleyi içinden çıkılmaz yapan, Cumhuriyet(tarihin)in, bu hayli farklı ve seçici okumalarının tek başına varlığı değil; bunların, aynı zamanda çok önemli siyasi ve ideolojik işlevlere sahip olmalarıdır. Başka bir deyişle, bir tarihin ve devletin temel/ayırt edici vasfı olan Cumhuriyet’in, O’nun bir dönemi ve/veya boyutuyla tanımlanmaya çalışılması; bunun da zaman zaman “resmi ideoloji” ya da bir tür “gayriresmi resmi ideoloji” olarak dayatılması, sorunun ağırlaşmasına yol açmaktadır. 

    İşte siyasi krizlerin ve meşruluk tartışmalarının hem düğümlendiği hem de beslendiği kritik nokta burasıdır. Temel kavramlara ve tarihimizin belli başlı dönemlerine bu şekilde olağanüstü kategorik, perakendeci ve ideolojik bakıldığı sürece, 75 yıldır bitmeyen tartışmalar ve krizler, gelecek yıldönümlerinde yine gündemin belirleyeni olmaya devam edecektir. Bir kere daha vurgulamak gerekirse, bu tür krizler, öncelikle, “tarih”i bütünüyle bir yaşanmışlık olarak görmek istemeyen, O’nu artısıyla eksisiyle “bizim tarihimiz” olarak kabul etmeyen farklı toplum ve siyaset projelerinin kendilerini bir şekilde Cumhuriyetle özdeşleştiren mantıklarının ürünüdür. Çünkü bu mantık, karşıtlığı ve dışlanmışlığı sürekli besleyerek, elzem olan milli mutabakat zemininin oluşum şartlarını ortadan kaldırmaktadır. Sonuçta, tarihe ve müşterek (olması gereken) değerlere ilişkin topyekün redler ve kabuller ile bunlardan beslenen sosyopolitik söylemler, aktüel sorunları bile sürekli bu alana çekip derinleştirerek meşruluk tartışmalarına ve krizlerine yol açmaktadır. Bu farklı siyasi ve ideolojik tavır alışların aynı zamanda taraftarlarının (tabanının) bulunması, meseleyi ister istemez daha kritik kılmaktadır. 

    Cumhuriyet (Tarihi) Okumalarının Çeşitliliği ve Sürekliliği 

    Yukarıdaki açıklamalar, Türkiye’de Cumhuriyet kavramı ve ilkeleri ile yakın dönem tarihimizin birbirine taban tabana zıt yorumlarının varlığı ve bunların siyasi yansımaları üzerine yaptığım giriş mahiyetindeki değerlendirmeler olarak okunmalıdır. Şimdi de farklı bakışları ve bunların siyasi alanla olan yakın ilişkilerini biraz daha açarak örneklendirmek istiyorum. 

    Genel bir yaklaşımla Cumhuriyet yorumlarını “bütüncül” ve “seçici” okumalar şeklinde iki ana kategoriye ayırmak mümkündür. Cumhuriyetin hem “Kemalist” hem de “Antikemalist” yorumlarının her ikisi de, bütüncül değil kısmi, yani seçici bir bakış açısını yansıtır. Gerek siyaset gerekse entelektüel dünyada açık ya da örtük biçimde yaygın olarak kullanılan bu iki seçici okumanın/yorumun birçok türevleri de bulunmaktadır. 

    1910’lu yılların sonu ile 1920’lerin başında temelleri atılarak resmiyet kazanan Türkiye Cumhuriyeti, önce 1930’lu yıllarda belirginleşen tek parti sistemiyle, daha sonra da çok partili sistemle iç içe yaşamaya başlamıştır. Cumhuriyet’in, çeyrek asır içinde yaşamak zorunda kaldığı bu iki farklı hayat tarzı, ister istemez daha sonraki yapısı üzerinde derin izler bırakmıştır. Şimdi bu temel farklılaşmayı açıklayarak “Cumhuriyet”in hem genetik yapısı hem de gelişme dinamikleriyle  bağını kurmak önem taşımaktadır. 

    Bu çerçevede, toplumların, kurumların ve siyasal kültürün devamlılığı konusuna dair sosyolojinin ve siyaset biliminin temel bilgilerine müracaat etmeye gerek görmüyorum. Şu bir-iki önemli noktaya temas etmek yeterli olacaktır. Bir kere 1930’lu yıllara damgasını vuran gelişmelerin Cumhuriyet açısından temel ve tek referans (bütün zamanlar için en ideal model) olarak kabul edilmesi durumunda, “tarih” adeta burada dondurulmuş olunacaktır. Bunun için, 1940’ların ortalarında başlayıp devam eden süreci “dışarıda” bırakmak, yok saymak mümkün değildir. Zaman zaman, son yıllarda da sık sık iddia edildiği  gibi, bu dönem, bir “kopuş” ve hele bir “karşı devrim” hiç değildir.

    Bazen bu yakıştırma, sadece 1950 sonrası için yapılmaktadır. 1940’lı ve özellikle 1950’li yıllar için karşı devrim nitelemesinin yapılması, Cumhuriyet’in iç ve dış dinamiklerin etkisiyle de olsa adım attığı çok partili dönemle birlikte başlayan yeni (demokratik) açılımı karşısında gündeme gelen ciddi ideolojik rahatsızlığın bir ifadesidir. Diğer bir deyişle, bu bakış açısı, Cumhuriyet’i 1930’larla özdeşleştiren ve orada donduran  ideolojik ön kabulün bir ifadesidir. 

    Bu görüş, iki açıdan esastan sakattır. Önce 1940’lı yıllardaki CHP iktidarını bu   nitelendirmenin dışında tutmak endişesi taşır ve olağanüstü seçici ve de dışlayıcı bir        bakış açısını ifade eder. İkinci olarak, 1950’li yıllar, 1940’li yıllardaki gelişmelerin tabii bir sonucudur ve Cumhuriyet’e karşı reddi miras arayışını içermez. Sonuç olarak, hem 1940’lı hem de 1950’li yıllar, Cumhuriyetin Mustafa Kemal Atatürk dışındaki bütün birinci kuşağının izlerini taşır. Zira aynı dönemde CHP de değişim sürecine girmiş, 1950’lerde sosyal sorunlar karşısında daha duyarlı bir CHP ortaya çıkmıştır. Bu süreç, 1960’lı yıllarda “ortanın solu hareketi”yle birlikte daha kolektif ve organize bir nitelik kazanmıştır.

    Bir kısmı Demokrat Parti bünyesinde yer bulmuş, bir kısmı da parti sisteminin dışında kalmış olan “sağcı söylemler” ise, 1960’larda daha özerk bir kimlikle ortaya çıkarak siyasi örgütlenmelere dönüşmüştür. Bütün bu eski-yeni siyasi oluşum ve söylemlerin Cumhuriyet tarihine bakışı, ciddi farklılıklar içermiş, ancak hiçbir zaman 1990’lı yıllarda gündeme gelen tartışmaların ve üslûp çirkinliğinin boyutlarına ulaşmamıştır. Bunun belki bir istisnası, 27 Mayıs darbesinin hemen akabinde revaçta olan ve DP döneminden duyulan rahatsızlığa bağlı olarak da şekillenen milli irade ve demokrasi karşıtlığıdır.Bu çizginin en tipik örneğini de, 27 Mayıs’ın ideologluğuna soyunan bazı akademisyenlerle, Yön Hareketi oluşturur. 

    Türkiye 1980’li yılların başında, 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte sloganik düzeyde bir “Atatürkçülük dalgası” yaşamış; askeri yönetimin etkinliğinin azalmasıyla birlikte, bu dalga yerini nispeten daha zayıf bir “karşı dalgaya” bırakmaya başlamıştır.1980 sonrasındaki asıl tartışma ve gerilim 1990’lı yıllarda ortaya çıkmış, üç büyük önemli tartışma trendi bu dönemin siyasi ve düşünsel hayatına damgasını vurmuştur. Bunlardan birincisi, hem muhtevasının radikalliği hem de kalemşörlerinin niteliği açısından büyük yankı uyandıran “II.Cumhuriyet” tartışmalarıdır. Sol gelenekten koparak neoliberalizme dümen kıran entelektüellerin, 1990’lı yılların ilk yarısında iç siyasete ilişkin olarak geliştirdikleri  ve zamanın en medyatik paradigması durumundaki II.Cumhuriyetçi tezler, Cumhuriyet’e, özellikle de O’nun Kemalist yorumuna karşı radikal bir meydan okumayı ifade etmiştir. Bu tezlerin sahiplerinin Soğuk savaş dönemi jargonunu hatırlatan olağanüstü keskin söylemleri,  Kemalistlerin “karşı devrimci” kabul ettikleri çevrelere yönelttikleri eleştirilen dozajıyla hemen hemen aynıdır. Taraflar ve şartlar yer değiştirmiş, ancak tartışma ahlâkı ve üslûp hiç değişmemiştir. 

    İkincisi, Refah-Yol iktidarıyla birlikte tekrar alevlenen, laiklik ve irtica gibi kavramlarla zenginleşip yoğunlaşan tartışma ve gelişmelerdir. Üçüncüsü ise, ikincisinin bir devamı olan, ancak 28 Şubat süreciyle birlikte darbe, hukuk devleti, jakobenizm gibi kavramların siyasi ve entelektüel dolaşıma girmesiyle biraz daha karmaşıklaşan ve yaygınlaşan dönemdir. İşte bütün bu tartışma ve kutuplaşmanın sonuç itibariyle gelip dayandığı yer, yine Cumhuriyet-Kemalizm-Demokrasi denklemi olmaktadır.

    1990'lu yılların ikinci yarısında, bu denklem eksenli tartışma ve ayrışmanın iki ayrı kutbunu, Kemalist ve Anti-kemalist kategorilerin en saf ve keskin versiyonları olan “Ortodoks kemalist bakış açısı” ile “radikal İslamcı bakış açıları” oluşturmaktadır. Bu yaklaşım biçimleri, belirli ölçülerde de olsa, kamuoyunda bir görünürlüğe ve siyasi projelere sahiptir. Cumhuriyet dönemi/politikaları üzerine bina edilmiş siyasi söylemlerin, birbirlerine karşılıklı olarak yaşama hakkı tanımayacak kadar keskinliğe varabilen bir muhtevayla donanmış olmaları ise, meselenin can alıcı hale gelip içinden çıkılmaz bir boyut kazanmasına yol açmaktadır. 

    Ortodoks-kemalist yaklaşımın en bariz temsilcilerinden biri olarak Doğu Perinçek-İşçi Partisi çizgisi gösterilebilir. Bu çizgiye, Cumhur’un manevi birikim ve değerlerini yok farzeden, sosyolojik gerçeklikleri bir kenara bırakan bazı “sol ve sağ kemalist” yazar ve çizerlerce de lojistik destek verilmektedir. Adı geçen parti, nispeten eski ve farklı bir sosyalist geleneğin üzerine oturmasına rağmen, özellikle son iki-üç yıl içinde keskin bir “Kemalist” kimliğe bürünmüştür. Bu bakış açısının nirengi noktasını, 1920’li yılların ikinci yarısındaki siyasi ve sosyal mücadelenin bütün resmi politika araç ve kurumlarının bugüne taşınması oluşturmaktadır. Bunlar için Cumhuriyet, 1930’ların ikinci yarısında kristalize olan, dolayısıyla otoriter devletçi bakışın izlerini taşıyan “6 ok” ile devrim kanunlarından ibarettir.1 

    Kemalist bakışın, “eski CHP”den tevarüs eden DSP ve “yeni CHP” şeklinde iki farklı yorumu daha bulunmaktadır. Yeni CHP’nin, Cumhuriyeti okuma biçimi, yukarıdaki ortodoks bakış açısıyla hayli benzer endişe ve argümanlara sahip olmakla birlikte, bazı farklılıklar da içerir. Örneğin demokrasi bir siyasi rejim tercihi olarak dışlanmamakta; ancak, siyasi konjonktürdeki dalgalanmalar demokratik duyarlılıkların kolayca ikinci plana itilmesine sebep olabilmektedir.Yani demokrasi ve laiklik makûl bir senteze dönüştürülememiş, militan laiklik ve çağdaşlık anlayışı bir türlü evcilleştirilmemiştir. Bu  yaklaşım da, topluma, değerleriyle, ihtiyaçlarıyla ve özlemleriyle bir bütün olarak bakabilmeyi engellemekte, daha çok seçici bir gözle bakmayı gerektirmektedir. Bu yıllardaki CHP’nin Cumhuriyet yorumu ile siyasi söylemlerinin bir başka belirgin özelliği, milli ve üniter devlet konusundaki ilginç tavrıdır. CHP yönetimi, laik devlet anlayışında sergilediği tavizsiz ve sahiplenici tavrını, üniter devlet konusunda sergilememektedir. Böyle bir anlayış, Cumhuriyet’in neredeyse sadece laiklik ile çağdaşlık değerlerinin karışımı olarak görülmesine dair bir ön kabulün sonucudur. Türkiye Cumhuriyeti’nin milli ve üniter vasıflarına aynı duyarlıkta yaklaşılmadığı için, bölücü eylem ve propagandalar Cumhuriyet’e yönelik ciddi bir tehdit olarak algılanıp tanımlanmamaktadır. 

    Bülent Ecevit/DSP çizgisi ise, CHP’ye oranla daha ılımlı, toplumsal gerçeklikleri daha çok dikkate alan bir Cumhuriyet yorumunu ifade eder. Bunun en önemli göstergelerinden biri, yine laiklik alanındadır. DSP geleneğinde de laiklik bir genel ve temel kabuldür. Ancak CHP’nin jakoben bakışından daha yumuşak bir şekilde ele alınmaktadır. Yine demokrasi CHP çizgisine olduğu gibi sık sık ve kolayca göz ardı edilmemektedir. Diğer bir deyişle, Bülent Ecevit/DSP çizgisi, kendi siyasi miraslarını reddetmeden Kemalizm’i toplumsallaştırarak yeniden üretmeyi, yani yeni bir “senteze” ulaşmayı ifade etmiştir.

    28 Şubat sonrası süreçte, gerilimlerin kamplaşmaya dönüşme temayülü göstermesiyle birlikte, bu çizgide geri çekilmeler söz konusu olmuştur. Bunda, özellikle CHP’nin, DSP’yi kendi yörüngelerine girmeye zorlayan siyasetleri etkili olmuştur. 18 Nisan 1999 Genel seçimleri sonrasında ise, bu kez DSP’nin, parlamento dışı kalan CHP’nin bıraktığı boşluğu doldurarak CHP tabanına da hitap etme siyaseti, bu sürecin devamını sağlamıştır. 

    Radikal İslamcıların Cumhuriyet karşıtı yorumlarının dışındaki “sağ gelenek”, Kemalist bakış açısına göre Cumhuriyete daha bütüncül ve demokrat gözle yaklaşmaktadır. Gerçi DP’den bu yana özellikle Milli Şef dönemine yönelik antipatik bakış önemini korumaktadır. Yine, Refah/Fazilet çizgisinin  Cumhuriyet’i tanımlamada milli mücadele dönemini temel referans olarak kullandığını; buna daha sonraları çoğulcu açılım çabalarına tarihi bir dayanak oluşturmak amacıyla da müracaat edilen DP döneminin eklendiğini belirtmek gerekir.

    Bir kısmı “milli görüş şemsiyesi” altında, bir kısmı da dışında yer alan radikal İslamcı gruplar ise, Cumhuriyet’i, “Ortodoks Kemalist okuma”ya  benzer biçimde ama ondan tamamen farklı bir amaçla, 1920’lerin ve 1930’ların Kemalizm’iyle özdeş gösterebilmektedir. Radikal İslamcı söylem, bu yorumu, Cumhuriyet’e keskin eleştiriler yöneltmek ve zaman zaman da hakaret etmek amacıyla kullanmaktadır.2 Çünkü, bu yaklaşım biçimine göre, Cumhuriyet’in özellikle ilk dönemi, her açıdan bir “karanlık çağ”dır. 

    Bütün bu farklı okumaların ve tezlerin önemi, tarihin siyasi ve ideolojik olarak yorumlanmasından ibaret değildir. Tarih, siyasetin ve ideolojik kavgaların temel dayanağı ve aracı olduğu için, birbirleriyle sürekli kavgalı Cumhuriyet okumalarının olumsuz sonuçları zannedildiğinden daha büyüktür. En başta, bir arada yaşama kültürünün tarihi temellerini zayıflatmakta, yeni değer ve çözümler üretmenin önündeki en büyük zihnî, bazen de pratik engelleri oluşturmaktadır. 

    Sonuç olarak, siyaset ve düşünce dünyamız, giderek birbiriyle neredeyse hiç dostane ilişki içine gir(e)meyen irili ufaklı adacıklardan ve hatta “kurtarılmış bölgeler”den müteşekkil bir görünüme sahip olmaya başlamıştır. Bu tablo, hem Cumhuriyetin hem de demokrasinin geleceği bakımından hiç de iç açıcı bir tablo değildir. Sosyo-kültürel ve sosyo-politik hayatımızdaki istikrarsızlıkların/tıkanıklıkların ve en önemlisi kastlaşma eğiliminin giderilebilmesi, bu tabloyla birlikte, bu tablonun hem sebeplerinden hem de sonuçlarından biri olan tartışma ahlâk(sızlığ)ının değişmesine bağlıdır. Farklı-radikal cumhuriyet okumaları ile bunlara endeksli siyaset proje ve söylemleri, sonuçta Cumhuriyet ile demokrasinin evliliğini ve bu evliliğin güçlenerek yaşamasını giderek zorlaştırmakta, farklılıkları bileylemektedir.3 Son yıllarda gelinen nokta, bu kadar nettir ve daha önceleri zaman zaman entelektüel düzeyde yapılan senteze ulaşma çabalarını da boğmaktadır. 

    Cumhuriyetimizin 75.yılı vesilesiyle yoğunluk kazanan Demokrasi-Cumhuriyet tartışmaları içinde “Kemalist-devrimci ruh”un kendini ifade biçimlerine göz verdiğimizde, analiz konumuzun canlılığını ve cazibesini nasıl koruduğu, bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Yine, bugüne kadar kayda değer bir mesafe alınması bir yana, daha da geriye gidişin söz konusu olduğu; “Cumhursuz Cumhuriyetçilik” gibi, mantığın ancak olağanüstü zorlamayla kabul edebileceği tezlerin siyasi ve entelektüel platformlarda dile getirildiği gözlenmektedir. 

    Örneğin, tanınmış anayasa profesörü Mümtaz Soysal, şu değerlendirmeleri gönül rahatlığıyla yapabilmiştir. “…Ben toplumu değiştireceğim.Bunun için eğitimi şöyle yapacağım, böyle yapacağım derken, tam bunları söylerken, bu adamlara biraz da oy hakkı vereyim falan deyince, devrimci Cumhuriyet hapı yutuyor.” 4 Aslında bu ifadeler, yoruma ihtiyaç duymadan, sahibinin anlam dünyasını ve esas maksadını  çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Bunun için ayrıntıya girmeyerek cümleler içindeki bazı kelimelerin altını çizmekle yetineceğim: “Toplumu değiştirmek” (niçin, nasıl ve neye göre), “Bu adamlar” (sade vatandaşlar mı) “biraz da oy hakkı” (sınırlı oy hakkı bile çok görülmüyor mu), “devrimci Cumhuriyet” (tabii, normal, herkesin değil; başka bir cumhuriyet mi), gibi ifadelerin topu topu iki cümle içinde bir araya gelmiş olması, meselenin boyutlarını gözler önüne sermektedir. 

    Dikkat çekici bir diğer örneği, yine tanınmış bir derginin Cumhuriyetin 75. Yılına adanmış özel sayısından vermek istiyorum. Edebiyatçı-yazar Özdemir İnce, Varlık Dergisi’nin sorularına verdiği cevapta tarihi vesika değerindeki şu cümleleri cömertçe sarf etmektedir: “Halk kavramını kutsallaştırmanın, tabulaştırmanın tehlikeli bir hurafe olduğunu düşünüyorum. 'Halk' denince sanki bir 'azizler' topluluğundan söz edermiş gibi konuşanlar var.14 Mayıs 1950’den itibaren devlet de halk da yozlaşmıştır…” 5 Yazara göre, 1945 sonrasında demokrasiye geçildiği ve süreç de DP’yi iktidara taşıdığı için, devlet ve halk  kaçınılmaz biçimde yozlaşmıştır. Bu gelişmeler olmasaydı, toplum da devlet de yozlaşmayacaktı!  Adı geçen satırların yazarı, bir taraftan bunları söyleme bilgeliğini (!) göstermekte, diğer taraftan da kendi kafasındaki “aydınlanma” anlayışını ve jakobenizmi gücü yettiğince idealize edip kutsallaştırmaktadır. Aslında, yazarın sözleri, kendisinin de savunuyor gözüktüğü Cumhuriyet’in canına ot tıkmaktan başka hiç bir anlama gelmemektedir. 

    Cumhuriyet’in Daha Gerçekçi ve Daha Bütüncül Bir Okumasına Doğru 

    Yukarıda, farklı bakış açılarının temel denklemi nasıl biçimlendirip içinden çıkılmaz bir hale getirdiği özetlenmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede ortaya konanlar, Cumhuriyet’in ve tabi olarak O’nun tarihinin yeniden makûl ve serinkanlı bir şekilde okunmasının hayati öneme sahip olduğunu göstermektedir. Vurgulamak için birkaç noktaya tekrar temas etmek istiyorum. İlk önce, Cumhuriyetin bütün radikal ve/veya kısmî okumalarının hepsi tarihin yeniden inşasından çok, tarihin bir inkârıdır. İster tarihin belirli bir dönemine, “ideal tip” kabul edilerek ebedî ve mutlak bir belirleyicilik affedilmiş olsun; ister belirli bir dönemin tarih dışına itilmesi şeklinde tezahür eden yaklaşımlar olsun, özde değişen bir şey yoktur. Çünkü yöntem ve sonuç aynıdır. Son tahlilde her ikisi de, topluma dikte ettirilmeye çalışılan hem tarih-dışı hem de toplum-dışı bir proje anlamına gelir. 

    Görüldüğü gibi, esas problem, öncelikle Cumhuriyet’in ve Kemalizm’in nasıl tanımlanacağında ve demokrasinin bunların neresinde durduğu (ya da duracağı) noktasında yoğunlaşmaktadır. Şimdi bu cümleyi, bazı sorular sorarak biraz daha açmak yararlı olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ayırt edici vasıfları yahut kurucu ilkeleri nelerdir ve bunlar üzerinde yerleşik bir mutabakat niçin önemlidir Cumhuriyet’e dışlayıcı, kısmi ya da birleştirici bir niyetle bakmanın siyasi ve sosyal sonuçları nelerdir Türkiye’de 20.Yüzyıl boyunca yaşanan belli başlı gelişmelerin Cumhuriyet’e katkıları nelerdir Bunları kazıyıp atmak ya da yok farzetmek mümkün müdür Eğer mümkünse bu doğru mudur Cumhuriyet ile demokrasiyi birlikte yaşatıp geliştirmek çok zor mudur Ve son olarak, Cumhuriyetimizi ilelebet payidar kılmanın birden çok barışçı yolu var mıdır

    Amacım, bu soruları tek tek cevaplandırıp tartışmak değildir. Zaten bunların belirli bir kısmına dolaylı da olsa cevap teşkil edecek konulara daha önce temas edilmişti. Buradaki amacım, bütün bu soruların cevapları için de bir çerçeve oluşturacak, dolayısıyla tarih okumalarından mülhem meşruluk sarmalını aşmaya hizmet edecek, makro bir “Cumhuriyet (tarihi) yorumu/değerlendirmesi” yapmaktır. Tabi bu, benzeri düşüncelerin daha önceden telâffûz edilmediği anlamına gelmemektedir. 

    Türkiye Cumhuriyeti’nin 19.Yüzyıl Osmanlı modernleşme çabalarından miras aldıklarını bir kenara bırakırsak; Cumhuriyet’i doğuran ve O’na şekil veren gelişmeler, 1910'lu yıllarda başlar ve 1950’li yıllara kadar devam eder. 1915 Çanakkale müdafaası ve milli mücadele hareketinin ortaya çıkışı, sürecin tarihî ve millî zeminini oluşturur. “Cumhuriyet”in kurumlaşma süreci ise, 1920’de TBMM’nin kuruluşu ile somutlaşır ve 1923 yılında resmiyet kazanır; sonrasında radikal bir modernleşme niteliğine bürünür. Bunu, II.Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı önemli dönüşüm aşaması takip eder. Adına ister evrim ister değişim densin, bütün bu süreç, her şeyden önce Cumhuriyet’e tarihi ve evrensel bir gerçeklik ile sosyolojik bir derinlik kazandıran gelişmelerin toplamıdır. 

    Daha çok 1920’lerin sonu ile 1930’lu yılların Türkiye konjonktürünü simgeleyen “Kemalist dönem”, Cumhuriyet’in evriminde temel bir halkadır, ama tek başına Cumhuriyet değildir. Bu dönemde, fiilen de iflas etmiş olan “Osmanlı Modeli” yerine, modern bir ulus devlet projesi hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Aynı yıllarda, yeniden inşayı haklılaştırmaya yönelik ideolojik ve kurumsal çabaların yoğunluk kazandığı göze çarpar. 1925-1939 yıllarını kapsayan bu dönemin (ilk dönem/halka 1919-1924 yıllarını kapsar) otoriter karakterine rağmen, gelişmelere eleştirel bakılabilmiş, yeni modelin bazı unsurlarına ve uygulama biçimine ilişkin farklı tezler seslendirilebilmiştir.Yine Cumhuriyet eliti bünyesinde sancılı da olsa iki kez açık iktidar mücadelesi yaşanmıştır. 1940’lı yılların ikinci yarısı ve sonrası ise, öncelikle bu mücadelelerin ve farklılıkların daha da kristalize olup ayrı zeminlere taşınmasına sahne olan yıllardır. Dolayısıyla Cumhuriyet’in gelişiminde temel bir aşamadır ve O’nun demokratikleşerek toplumsallaşmaya başlamasına ifade eder. Bu manada Cumhuriyet’in ayrılmaz bir parçasıdır, ama tek başına “Cumhuriyet” demek değildir. 

    Bu aşamanın “karşı devrim” olarak tanımlanması, Cumhuriyet’i 1940’ların başında dondurmak isteyen anti demokratik bir zihniyetin tipik örneğini oluşturur. Aynı zamanda, Cumhuriyet’in iç ve dış dinamiklerin etkisiyle de olsa girdiği gelişim sürecinden duyulan ideolojik rahatsızlığın bir ifadesidir. Günümüzde yüksek sesle ve ısrarla dile getirilmesinin pratikteki anlamı ise, sığ ve anti demokratik bir toplum ve siyaset projesinin Cumhuriyet adına takdim edilerek hayata geçirilmesini, bunun da mümkün olduğu ölçüde totaliter yöntemlerle yapılmasını arzulamaktan başka bir şey değildir. Bu yaklaşım tarzı, sonuç olarak, Cumhuriyetin içinin boşaltılması, sosyal hayatın akışının çevrilmesi çabasıdır; kısacası çıkmaz sokaktır. 

    Bu durumda dikkat edilmesi gereken ilk husus, Cumhuriyet’e Cumhuriyet’in kendi tarihi dinamikleri ve açılımları ekseninde bakmak, O’nun çoğunluk tarafından benimsenmesinin (içselleştirmesinin)önüne zihni ve pratik engeller koymaktan kaçınmaktır. Bunun için de şöyle bir makûl bakış açısının yol göstericiliğini önemsemek gerekir: Cumhuriyet, temel olarak, 1910’lardan başlayıp 1950’lere kadar uzanan dönemde şekillenen devlet tipinin kavramsal karşılığıdır. Demokrasi ise, bu devlet yapısının içini dolduran, işleyiş kurallarını tanzim eden siyasi rejimin adıdır. 

    Bazen yok farz edilmeye, bazen de eleştiri sınırlarının dışına çıkılarak küçümsenmeye çalışılan 1945 sonrası dönem, daha 1919-1920 tarihinde temel bir tercih olarak benimsenip ilan edilen milli hakimiyet prensibinin işlerlik kazanmaya başlamasını ifade eder. Çok partili siyasete geçişte, Batı'nın yönlendirmelerinin söz konusu olması yahut Soğuk Savaş döneminin izlerinin varlığı bu gerçeği değiştirmez. Türkiye Cumhuriyeti, 1920 yılında nişanladığı demokrasiyle bu dönemde evlenmiştir. Nişanlılık dönemi gibi, evlilik dönemi de hayli sıkıntılı ve sancılı bir birliktelik sürecini yansıtmaktadır. Bu evlilikten, -birçok karşı görüşe rağmen ifade ediyorum- “demokratik Cumhuriyet” dünyaya gelmiş, ancak bu “çocuğun” büyüme sürecinde ciddi sağlık sorunları ortaya çıkmıştır. Sağlığına tam olarak kavuşmasının da bir hayli zaman alacağı görülmektedir. 

    Yukarıda söylediklerimin altını biraz değişik biçimde de olsa bir kez daha çizmek istiyorum.1945 sonrası, 1915-1924 yılları arasında temel değer ve kuralları önemli ölçüde belirginleşmiş olan “yeni toplum sözleşmesi”nin (Cumhuriyet’in) ruhuna uygun gelişmelerin görünürlük kazandığı bir aşamadır. 1940’lı yıllara kadar daha çok ideolojik ve sembolik bir değer ve mânâ ifade eden "Cumhur", bu tarihten itibaren reel olarak da siyasi sistemin bir öznesi ve meşruluk kaynağı haline gelmeye başlamıştır. Süreç, bu aşamadan itibaren artık geri döndürülmesi büyük bir siyasi ve sosyal maliyeti göze almakla eşdeğer bir nitelik kazanmıştır. Askeri müdahalelerden hemen sonra demokrasiye dönme arzusunun telaffûz edilmeye başlanması, darbelerin demokratik istikrarın tesisi amacıyla yapıldığının deklare edilmesi, bunun en bariz göstergelerinden biridir. 

    Sonuç: Denklemin Çözümü ya da Sürekli Kriz 

    Yakın dönem tarihimiz, biraz önce özetlenilen bağlam içinde okunduğunda/yorumlandığında, “Cumhuriyet-Demokrasi-Kemalizm Denklemi”nden beslenen sonuçsuz tartışmalar ile bunların sosyal ve siyasi hayat üzerindeki yüklerinin hafifleyeceğini düşünüyorum. En başta, Kemalizm’i, “bütün kötülüklerin anası” ya da Cumhuriyet ile demokrasinin yegâne icazet ve meşruiyet makamı olarak görüp yorumlamaktan uzaklaşılacak; böylece “demokratik cumhuriyet” rahat nefes almaya başlayacaktır.

    Görüldüğü üzere, denklemin/sorunun tespit ve teşhisi gibi, çözümü de yine aynı tarih içinde aranmaktadır. Sorunun ana kaynağı gibi gözüken ya da görülen cumhuriyet ve tarihi, iyi (bütüncül ve makûl bir şekilde) okunduğunda zaten buna cevaz vermektedir. Burada ortaya konmaya çalışılan bakış açısı, diğerleri gibi, ne tarihin belirli aşamalarını anlamsız ve gereksiz bir şekilde bıçakla kesip ayrıştırarak yok saymakta, ne de tarihe akla kara ikilemiyle bakıp O’nu siyasi kan davalarının kaynağı olarak kabul etmektedir. Bilakis, doğruluğu ve tutarlılığı kendinden menkûl ideolojik ve kategorik okumaları dışlamaktadır. 

    Cumhuriyet (tarihi), ancak böylelikle aktüel siyasetin sürekli hesaplaşma alanı olarak görülüp yorumlanmaktan, diğer bir deyişle sürekli kriz üreten bir cevher olmaktan kurtulacaktır. İkinci olarak da, hem sosyal hem de siyasi hayatın son yıllarda giderek daha çok ihtiyaç duyar hale geldiği milli mutabakatlar zemininin tarihi temelleri ortaya çıkacaktır. Siyasi olanları başta olmak üzere, bütün elitlerin bu tür bir müşterek anlayışa zımnî olsa bile ulaşması, siyasi hayatın vuzuha kavuşması için elzemdir. Siyasi meşruluğun sürekli bir sorun olarak kalmaya mahkûm edilmemesi için atılacak ilk adımlardan biri budur. 1990’lı yılların ikinci yarısında iyice daralıp kısırlaşan siyasi alanın genişleyerek sosyal ve ekonomik sorunlara yönelik değer ve çözüm üretmesi kolaylaşacaktır. Bir başka deyişle, siyasetin ferahlayıp, daha sahici ve geleceğe dönük bir karakter kazanması, siyasi sistemin hayati işlevlerine daha çok zaman ve enerji ayırması, ancak böyle mümkün olabilir. 

    Cumhuriyetimizin ilanının 75. Yıldönümü kutlamalarına ve bu çerçevede gündeme gelen görüş ve eleştirilere serinkanlı bakıldığında, tarihi bir fırsatın kaçırıldığı görülmektedir. Belli başlı gelişmelerin bu mânâda bir dönüm noktası olabilmesi için, “yeni” bir tarihi uzlaşmanın, daha doğrusu Cumhuriyet tarihinin bütününde mündemiç olan sentezin yeniden yorumlanarak genel kabul görmesi önem arzetmektedir. Ancak mesele, daha öneminin ve aciliyetinin fark edilmesini beklemektedir.

    Ülkemizde, demokrasinin sağlıklı bir şekilde gelişip pekişmesini mümkün kılmanın, böyle bir zeminin varlığına bağlı olduğu muhakkaktır. Demokratikleşme strateji ve projelerinin, gerek söylemleri süsleyen bir ütopya olmaktan, gerekse bir arada yaşama kültürünün pusuda bekleyen entelektüel sabotajcılarının oyuncağı olmaktan kurtulup, siyasi ve sosyal hayatın doğal bir parçası haline gelmesi hayati öneme sahiptir. Aksi takdirde, yani cari Cumhuriyet algılamalarına dayalı siyasi strateji ve söylemlerin ağırlığını koruması durumunda, bugüne kadar yaşanan siyasi krizlerin değişik zamanlarda ve şekillerde yeniden ortaya çıkması kaçınılmazdır.  

    DİPNOTLAR:

    1-Aslında bu çizginin “ 6 ok” okuması bile bir yeniden inşâdır. 6 Ok’un milliyetçilik ilkesi, yeniden tanımlanarak “Türkiyeciliğe” dönüştürülmekte; diğer ilkeler ise, daha katı ve materyalist bakış açısıyla yorumlanmaktadır.

    2-Bu tür bakışın çarpıcı örneklerinden biri olarak değerlendirilebilecek bir metinden sadece kısa bir cümle aktaracağım: “Türkiye’de devlet, insanlar üzerindeki fiziki şiddet tekelini cömertçe kullanmaktan başka bir işe yaramamıştır”. (Ahmet Bozkurt, “Türkiye’de Resmi İdeolojinin Dili: Korperatizm”,  Yeni Şafak, 22 Ağustos 1998). Bu cümlenin sahibi, başka birçok örnekleri gibi, meseleyi bir kalemde hallettiğini, “müthiş genellemeler” yaparak, Tarih’i ve sorunları aydınlattığını zannetmektedir. Aynı makalede, Türk tarihine göndermeler yapılarak, “hâkim etnisite”nin ruhunda saklı olan şiddet geleneğinin Cumhuriyet tarafından devralındığı da ifade edilmektedir. Bütün bunlar, kaba oryantalist bakışın “Barbar Türkler” edebiyatını hatırlatan, toplumuna ve tarihine yabancılaşmış bir tavrın ifadesi, belki de örtülü bir etnik intikam duygusunun tezahürleridir.

    3-Örneğin, Toktamış Ateş’in birkaç sene önce yazdıkları ile son zamanlarda yazdıklarının, hem kendisince hem de radikal İslamcılarca karşılaştırmalı olarak okunmasında büyük yarar olduğuna inanıyorum. 

    4-Cogito, Yaz 1998, s.201

    5-Varlık Dergisi, Ekim 1998, s.11.

    (İlk yayımlanış: Türkiye Günlüğü, Kasım-Aralık 1998)             

    Dr. Esat ÖZ - Resmi Web SitesiEsat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik
    Makalenin tümünü yayınlayabilmek için izin alınması zorunludur.
    Kaynak gösterilmek suretiyle kısa alıntılar yapılır.
    Tüm hakları saklıdır © 2007
    En iyi görünüm için IE5.0 ve üzeri bir browser ile 1024x768 çözünürlüğü tercih ediniz.
    Tasarım :
    Esat Öz, milliyetçilik, ılımlı İslam, model ülke, ulus devlet, milli kültür, kültürel soykırım, Sevr, soykırım, AB bağımlılığı, teslimiyetçilik, Batılılaşma, imparatorluk, emperyalizm, AKP, alaturka muhafazakarlık, milli irade, cumhur, değişimcilik